“The Turkish Passport”

0
189

İnsanlık tarihinin en barbarca kıyımlarından biri 1930’ların sonundan 2. Büyük Savaşın sona erdiği 1945’e kadar Avrupa topraklarında yaşandı. Hitler önderliğindeki Alman Nasyonal Sosyalist Partisi ekonomik ve sosyal çöküşün “suçlusu” olarak ilan ettikleri Yahudilere, Komünistlere, Çingenelere ve Eşcinsellere karşı eşi görülmemiş bir imha operasyonu başlattılar.

Milyonlarca insan toplama kamplarına doldurularak yok edildi. Belgeler, sadece Avrupa’nın çeşitli noktalarındaki toplama kamplarında 6 milyon Yahudi’nin katledildiğini ortaya koyuyor.

Hitler Almanya’sı Avrupa’yı kasıp kavururken Türkiye 2. Büyük Savaşta bütün baskılara rağmen tarafsız kalmayı seçti. Biraz da bu nedenle olsa gerek, dışımızda yaşanan bu büyük trajediyle ilgili olarak üretilen çok sayıda film, belgesel ve kitabı “yabancı diyarların hikâyeleri” olarak izleyip okuduk. Oysa bir avuç Türk, bu büyük insanlık dramının ortasında canlarını, kariyerlerini, ailelerini riske atarak olabildiğince fazla sayıda Yahudi’yi kurtarmak üzere bir dizi müthiş operasyon yürüttüler.

İşte hiç bilmediğimiz bu müthiş kurtarma operasyonlarını ve o dönemin canlı tanıklarının aktardığı insan hikâyelerini anlatmak gibi cesur ve zorlu bir çabanın ürünü “The Turkish Passport”

Bahadır ve Burak Arlıel kardeşlerin hayatı, savaşın ortasında Paris’te Büyükelçilik görevini yürüten Behiç Erkin’n yaşam öyküsüyle tesadüfen karşılaştıkları 2006 yılından itibaren gerçek anlamıyla değişmiş. Kendilerini ilerledikçe karmaşıklaşan bir tarih labirentinin derinliklerinde buluvermişler…

Paris’ten New York’a, İsrail’den Almanya’ya, İstanbul’dan Cannes’a inatçı, kararlı, kılı kırk yaran bir çalışmanın meyvesi olan “The Turkish Passport” bizce sadece Bahadır ve Burak Arlıel’in sinematografilerinde yüz akı bir iş değil, aynı zamanda Türkiye Belgesel Sinemacılığı için de parıldayan bir yapıt…

Bahadır ve Burak, zaman zaman canlarından bezdiren sorularımıza rağmen o olağanüstü İstanbul beyefendiliklerinden milim sapmadan ağırladılar bizi.

Reportare ekibine yeni bir arkadaşımızın katıldığını da, röportaja serpiştirilen fotoğraflardan anlayacaksınız hemen. Jülide Sezer, bundan sonra kamerasıyla lezzet katacak röportajlarımıza. Biz konuklarımızla sohbetimizi sürdürürken Jülide ortamı, sohbetin kayda değer anlarını görüntüleyecek sizler için.

Keyifli okumalar…

Reportare 

“bu kimsenin bilmediği, bilinmesini isteyeceğin bir hikâye… insanlar bunu bilmeli, insanlar bunu okullarda ders olarak öğrenmeli…”

Sinan: Öncelikle projeyi bir anlatır mısınız? Türk Pasaportu? Olayımız nedir?

Bahadır Arlıel: Peki ben başlayayım o halde. 2006 yılında benim de mezun olduğum Anadolu Üniversitesi İletişim Fakültesi’ndenmezun bir arkadaşımız, ortak bir arkadaş vasıtasıyla benimle temas kurdu. “abi bizim üzerinde çalıştığımız bir proje var, bunu seninle paylaşmak istiyoruz. Yeni mezun, idealist bir ekibiz. Projemizi seninle paylaşıp görüşlerini almak istiyoruz. Nasıl yapabiliriz? Sen ilgilenir misin? Konuya nasıl bakarsın?” dedi. Atladım gittim ofislerine. Çocuklar hazırlık yapmışlar. Öğlen yemeği. Konsantre oldukları 2. dünya savaşında 1940-43 döneminde Paris’te Büyükelçilik görevi yapan Behiç Erkin ‘in hikâyesini anlattılar. E tabii çok etkileyici bir hikâye! Behiç Erkin’in kim olduğunu da öğrendik. Adam Atatürk’ün silah arkadaşı! 19 Mayıs’taki kadro. Türkiye’deki demiryollarının kuruluşunda var, Milli İstihbarat’ın kuruluşunda var. Tarih Kurumu’nun kuruluşunu sağlayan önemli bir adam… Sonra II. Dünya Savaşındaki bu faaliyetler ortaya çıktı. Ben açıkçası çok etkilendim… Zaten yakın tarihle, Osmanlı tarihiyle, Cumhuriyet tarihiyle ilgiliyim. Ve bu, kimsenin bilmediği, bilinmesini isteyeceğin bir hadise… İnsanlar bunu bilmeli. Herkes bilmeli… Hatta okullarda öğretilmeli! Yani anlaşma tarihleri, savaş tarihleri öğreneceğimize bunları öğrenelim… Ben bunu yavaş yavaş içselleştirmeye başladım. Ama tabii Türkiye’de biliyorsun; belgesel yapmak, belgesel satmak, belgesel izlemek falan başka bir hadise… Neyse çocuklarla “nasıl yapabiliriz”e dair konuşmaya başladık. Tabii o dönem proje dediğim gibi, sadece Behiç Erkin’in hayatı üzerine kuruluydu ve bununla ilgili bir de kitap yayınlanmıştı: “Büyükelçi”Emir Kıvırcık yazmıştı kitabı. Kitap Behiç Bey’in Büyükelçilik dönemine ışık tutan bir çalışmaydı ve çok ses getirdi. Süreç içerisinde araştırmayı derinleştirince dedim ki “tamam çocuklar, dalıyoruz bu işe…”

Ulvi: Sen reklam ağırlıklı bir üretim içerisindeydin o güne kadar. Böyle bir arayışın var mıydı? Bir belgesel ya da uzun metraj bir şey yapayım diye?

Bahadır Arlıel: Hayır, hayır! 2006 yılının Temmuz ayı itibarıyla böyle bir hedefim yoktu.

Sinan: Tamamen konu cazip geldiği için yani?

Bahadır Arlıel: Evet tamamen konunun büyüsüne kapılmış bir ekip haline geldik. Yani aslında o zamana kadar böyle bir fikir yoktu. Tabii son bir kaç yıl içerisinde buna yönelik konsantrasyonumuz arttı ama…

Ulvi: Ama her şey bundan sonra oldu?

Bahadır Arlıel: Evet 2006 ve sonrasında… Bu bir anlamda tetikledi de, belgesel yapıyor olmanın etkileyici bir boyutu var. Muazzam bir sorumluluk bu! Evet, reklam filmi yapmak çok zordur, şudur budur falan ama reklam filmi dediğin şeyi üretirsin, belirli bir süresi vardır, görevi vardır, görevini ifa eder ve biter iş… Belgesel böyle bir şey değil. Ben şimdi gurur duyuyorum, 2 tane çocuğum var ve bir gün dönüp, “bak bunu babamlar yaptı, amcam yaptı” diyecekler… Bu benim açımdan çok kıymetli bir durum. Çünkü konu, resmettiğin insanlar, anlattığın dönem, yaşananlar muazzam! Neyse tekrar konuya döneyim. Sürecin belli bir noktasında biz dedik ki bu araştırma böyle ona telefon edelim, buna rica edelim bilmem neyle falan olmaz! Buna oturup bir finansman yaratmak, buna yönelik bir pre-production etabını başlatmak lazım… Bir yandan da belgesel olduğu için çok doğru olman lazım, ispatlanabilir olman lazım, manipülatif olmaman lazım… Adamın biri gelip sana “Ne lan bu yazdığın şey? Nereden biliyorsun bunları?” dediği zaman, “bak abi; konu bu, referanslar bunlar, bu da bunun karşı referansı” filan diye koyman lazım bilgiyi, belgeyi, fotoğrafı… Sonra dedik ki “bir dakika yahu, bizim bunun ön hazırlığına konsantre olmamız lazım”. Tamam da, nasıl konsantre olacağız? Hangi finansmanla? Tamam; işte reklam filmi çekiyoruz, oradan üç kuruş buraya kaydıralım, şuradan bilmem ne yapalım falan filan ama üç kuruşla beş kuruşla olabilecek şeyler değil bunlar? Sonra hele bir Ankara’ya gidelim, Ankara’da Bakanlıkla konuşalım, Kültür Bakanlığı’ndan destek isteyelim falan diye kendi aramızda tartışıyorken, dedik ki bir dakika, bu yalnızca böyle bir şey değil, bunun bir de İsrail tarafı var, bunun Fransa tarafı var? E tabii Almanya tarafı var? Konuşurken, konuşurken bir dakika abi, burada İngiltere var? Hop, asıl Washington var, Amerika var? Tabii resim netleştikçe, bütün dünya senin araştırma alanın haline gelebilir gibi bir durum çıktı ortaya… Hal böyle olunca biz “eş-dost, arkadaş, tanıdık, kim, nasıl olur?” falan diye düşünmeye, kimlerden bu anlamda destek alırız diye araştırmaya başladık. Bu arada tabii 2007’yi bulduk biz… 2007 yazına doğru kalktık İsrail’e gittik. İsrail’de o dönem Namık Tan Büyükelçi. Namık Bey bize özellikle Kudüs’teki Yadvashem konusunda, onlarla temasa geçme konusunda eksik olmasın çok büyük destek verdi. Yadvashem biliyorsun dünyadaki en büyük soykırım araştırma merkezi. Washington’da da müzesi var. Biz Yadvashem’de oturup bu konuda destek almak üzere bir toplantı yaptık. Direktörü geldi ve o toplantıda bilgi paylaşımı esasını baz alarak destek olacaklarını taahhüt ettiler. Bu çok önemli bir etaptı mesela bizim açımızdan. Bu noktadan sonra Türkiye doğumlu ama halen İsrail’de yaşayan, evli barklı çok şahane bir arkadaşımızdan bizim Yadvashem’deki arşiv araştırmalarımızı yürütmesini rica ettik. O da sağ olsun bizi kırmadı. Hay Yanarocak.

Sinan: Türkiye Yahudisi?

BahadırArlıel: Evet Türk. Eksik olmasın, o bize araştırma konusunda büyük destek oldu. Bir yandan da özellikle Fransa’da, daha doğrusu Avrupa’da araştırmayı nasıl yürütebileceğimize yönelik araştırmalara başladık. Bu arada ABD’de yaşayan bir başka arkadaşım var, ona da bu konudan bahsettik. Sağ olsun, o da kendi ilişkileri çerçevesinde buna nasıl destek yaratabiliriz, nasıl finansman oluşturabiliriz diye araştırmaya başladı. Orada belgesel üreten, araştırma yapan, yazan çizen bir araştırmacıyı empoze etti bize. Biz de adamla mailleştik, telefonlaştık. Konu adamın da çok ilgisini çekti. Çünkü hakikaten kimse bilmiyor meseleyi. Priston’daki tarihçi Heath Lowry biliyor, çünkü adamın işi bu. Priston’da tarih araştırmacısı, şimdi Bahçeşehir Üniversitesi’nde de de çalışıyor artık. Neyse, bizim bağlantı kurduğumuz adam, Campner Burt, bu sefer Washington DC de, New York’ta falan araştırma yapmaya başladı. Bu esnada yine bir başka arkadaşımız vasıtasıyla Bahçeşehir Üniversitesi’yle temasa geçtik. Hem zaten İletişim Fakültesi Dekanı Haluk Gürgen benim zaten okuldan bölüm başkanıydı. Hem de orada Medeniyet Araştırmaları bölümü var. Onun da başında Yael Habif var. Yael konuyla ilgilenmeye başladı ve proje direktörü olarak ekibin parçası haline geldi. Bu bize akademik olarak Bahçeşehir Üniversitesinden de destek alma avantajını sağladı. Enver Bey doğal olarak bu konuda yeşil ışık yaktı ve süreç işlemeye başladı. Bir yandan Güneş, şimdi Ankara’da olan arkadaşımız, Tekfen Holding ’le zaten temas halindeydi. Tekfen bu anlamda maddi destek de sağlamayı taahhüt etti. Konu bana gelmeden önce zaten çocuklar çalışma yapabilsinler diye bir miktar destek sağlamışlar, sonrasında bir miktar daha sağlandı ama bu anlamdaki manevi destek, özellikle Nihat Bey’in manevi desteği her zaman Güneş’e ve bize bir itici kuvvet oldu. Sonra, Kurumsal iletişimin başındaki Dorry Kalafat, ciddi destek sağladı. Bu bağlantılar üzerinden Burt Campner’a ulaştık. Campner üzerinden uzun zamandır Fransa’da yaşayan ABD’li bir yapımcı-belgeselciye, araştırmacıya ulaştık: Larry Bonn… Paris’te Larry ile temas kurduk. Bir toplantı yaptık ve bize ağırlıklı olarak Fransa, Almanya ve İngiltere’de arşiv çalışması yapması üzerine el sıkıştık. Tabii bunlar hep para!

Ulvi: Ve daha hala doğru düzgün bir finans yok ortada? Buraya kadar bütçesiz gidiyoruz?

Bahadır Arlıel: Yok! Hiçbir şey yok… Sadece biz varız. Bütçe mütçe yok! Bu arada, bu çalışmaları başlattıktan sonra yavaş yavaş ortaya çıkan bir durum var. Behiç Bey’in o dönemki faaliyetlerinin, girişimlerinin yanı sıra, benzer işleri başarmış başka diplomatlar da mevcut. Şimdi bunlar ortaya çıkınca, bunu bir kişinin hikayesi olarak ele almanın yeterli olmayacağını anlamaya başladık. İşte o arada Burak devreye girdi. Ama bundan kısa bir süre önce, Fransa’daki temaslarımız, yurt dışındaki diğer temaslarımız vasıtasıyla Fransa’da o dönemdeki Büyükelçi Osman Bey vasıtasıyla sahaya indik. Oradaki Yahudi toplumu ile temas etmeye başladık. O temaslar sırasında, trenle buraya gelen birini bulmayı başardık. Ki daha önce biz zaten 3 kişiye daha İstanbul’dayken ulaşmıştık. İstanbul’da yaşayan 3 kişinin izine buradayken ulaşmış ve onlarla ilk sohbetleri yapmıştık. Biri adada yaşıyor, biri Nişantaşı’nda yaşıyor, öbürü Harbiye’de radyo evinin karşısında oturuyor. Ama bu 3 kişi yeterli değildi. Bu çalışmanın en kuvvetli noktası, o trenlerle Türkiye’ye gelenleri bulup onlarla röportaj yapmak ve tercihen diplomatlarla röportaj yapmaktı. E diplomatlar vefat etmiş? Dolayısıyla biz diplomatların çocuklarına ulaşmaya yönelik bir çalışmayı başlattık ve yanı sıra da bu akademik bilgi ve belgenin kontrolü, karşılaştırması süreçlerini başlattık…

“paris’te çok yaşlı 2 kadın toplantımızı terk etti. arkalarından koştum. kadınlardan biri çantasından çıkardığı türk bayrağını göstererek “ben bu bayrağı 60 yıldır yanımdan ayırmadım” dedi…”

Sinan: Türkiye’deki Yahudi Cemaatiyle bağlantı kurdunuz mu?

Bahadır Arlıel: Evet, Türkiye’deki Yahudi Cemaatiyle de bağlantı kurduk. Özellikle 500. Yıl Vakfı bize çok destek oldu. Bu konularda zaten araştırmaları olan Naim Güleryüz bu süreçlerde rol almaya başladı.

Sinan: Türkiye Yahudi Cemaati biraz ketum ve içe dönük bir topluluk. Nasıl karşıladılar sizi bu projeyle gittiğinizde?

Bahadır Arlıel: Biz önce 500.yıl vakfıyla götürdük bütün ilişkimizi. Bu konulara vâkıf biri olarak Naim Bey, biz bu projeyle ortaya çıkınca hemen bize yardımcı olmaya başladı. Kendi kontaktlarını bu amaca yönelik devreye soktu. Türkiye Yahudi Cemaatiyle olan ilişki daha sonra oluşmaya başladı ama onların da çok destekleri oldu. Özellikle Jefi Medina vasıtasıyla cemaatin konuya olan bakışı da boyut kazandı. Jefi Medina’nın bu anlamdaki desteği anlatılamaz. Her anlamda! Hem ajans olarak, hem kişisel olarak çok ciddi destek verdi. Tekrar işin araştırma boyutuna dönersek, Fransa’daki kontaktları bulunca bunlarla hemen oturup konuşmaya karar verdik ve tekrar Paris’e gittik. Buradaki ilk bağlantımız Albert Carel. Eşiyle birlikte Mayıs 1944’teki trenle geliyorlar. 2 tane tren var Mayıs 1944’te. Şubat, Mart, Nisan ve Mayıs’ta ikişer tren var. İşte o trenlerden biriyle, sonradan eşi olacak kadınla birlikte geliyorlar.

Burak Arlıel: Alber Carel küçük tabii o tarihte. Ailesiyle birlikte geliyorlar… Eşi de öyle, o da ailesiyle…

Bahadır Arlıel: Evet, hep beraber geliyorlar. Biz Albert Carel ile temasa geçtik ve şöyle bir operasyon yapmaya karar verdik. Albert Carel çevresine projeden bahsediyor. Projeye destek olmak, projeye röportaj vererek katkıda bulunmak isteyenlerden bir grup teşkil ediyor. Ama bu tabi o dönem itibariyle, (2008 den bahsediyorum) 2008 itibariyle, aşağı yukarı 64 yıl önce yaşanmış bir hadise ve doğal olarak insanlar bunu artık gömmüş… Kimse hatırlamak dahi istemiyor! Ölen ölmüş, kalan kalmış, yaşananlar yaşanmış gibi bir durum olduğu için çok kolay da olamıyor insanları ikna etmek. Gelin bakın, Türkiye’den birileri gelmiş, bizi çekecekler falan durumu değil bu… Çünkü söz gelimi sen gelmişsin, anan baban herkes kalmış, bir daha haber yok… Neyse… Daha sonra bizim Fransa Büyükelçiliğimizin de desteğiyle, Dış İşleri’nin de bizi motive etmesiyle bir resepsiyon tertip ettik Paris’te ve bu resepsiyona Le Monde baş yazarı Alexander Adler katıldı. Sarkozy’nin Türkiye’den sorumlu danışmanlarından Piere Lellouche katıldı. Ve tabii bu aileler, trenlerle gelenler ve aileleri ve bir takım davetlilerin oluşturduğu böyle yüz elli yüz altmış kişilik bir resepsiyon tertip edildi.

Sinan: Türk Dış İşleri mi organize etti bu resepsiyonu?

Bahadır Arlıel: Hayır biz organize ettik.

Ulvi: Hala bütçe yok?

Bahadır Arlıel: Yok efendim yok! Bütçe geldiğinde ben söyleyeceğim! (Kahkahalar) Daha çok beklersin!

Sinan: Türk Dış İşleri’nin tavrı nasıldı bu arada?

Bahadır Arlıel: Türk Dış İşleri motive edici bir tavır sergiliyor.

Ulvi: Para vermiyor gaz veriyor yani?

Bahadır Arlıel: Hayır (Kahkahalar) gaz değil! Şunu yapıyor: Onlar da anlamak istiyorlar, bunlar yapabilir mi yapamazmı, hırlı mıdırlar, hırsız mıdırlar, kimdir nedir diye… Ama tabii bu arada bir buçuk iki yıl geçti, dolayısıyla bizimle ilgili artık bir kanaat oluştu Dış İşleri’nde…

Sinan: Konu sadece “yapabilir mi yapamaz mı?” nın ötesinde tabii… Çok riskli bir konu aynı zamanda…

Bahadır Arlıel: Yapabilirler mi endişesi de var ama…

Sinan: Ben ısrarla konuyu Türk Dış İşleri’nin yaklaşımına getiriyorum. Çok merak ediyorum bu konudaki ayrıntıları. Biraz daha açarsan sevinirim.

Bahadır Arlıel: Dış İşleri her konuda destek oldu. Ama sonuçta devlet, “merhaba biz geldik bir belgesel projemiz vardı” deyince “ A, aferin çocuklar hadi bakalım gelin çekin” demiyor. Ayrıca dediğin gibi konu da hassas bir konu. Dolayısıyla onlar da ölçtüler biçtiler. Bu adamlar bunu yapabilecek çapta mı, kimdir nasıl olur, nasıl ederler, yüzlerine gözlerine bulaştırırlar mı? Diye…

Sinan: Tek endişe bu mu yoksa…?

Bahadır Arlıel: Bize yansıyandan bahsediyorum…

Sinan: Hayır sizin sezgilerinizden yola çıkarak biraz detay istiyorum.

Bahadır Arlıel: Benim sezgilerim bu? Yani bu adamlar bunu yapmaya ehil midir, yapabilirler mi?

Sinan: Konuya özel olarak bir mesafe sezmediniz yani?

Bahadır Arlıel: Hayır sezmedim! Hiç sezmedim. Nitekim bu konuşmaları takip eden 8-10 ay sonra girdiğimiz arşivlerden muazzam bilgilere ulaştık…

Sinan: Türk Dış İşleri arşivinden?

Bahadır Arlıel: Tabii! Mesela tren listelerini bulduk o arşivlerde. 1944’te gelen trenlerin listesi, orijinal belge.

Sinan: Bunu bu kadar kurcalamamın nedenini anlamış olman lazım. Türk Dış İşleri’nin özellikle son dönemde İsrail’le ilişkileri ve Türkiye’de hala aşılamayan bir Yahudi düşmanlığı…Birlikte düşünülünce, Dış İşleri’nin tavrını özellikle merak ederek soruyorum.

Bahadır Arlıel: Yahudi düşmanlığı değil o. Ama azınlıklara karşı böyle bir ön yargı var maalesef Türkiye’de.

Sinan: Özellikle Yahudilere karşı ekstra bir ön yargı ve tepki var.

Bahadır Arlıel: Abi Allah aşkına Ermenilere karşı az mıdır? Rumlara karşı az mıdır?

Sinan: Elbette onlar da var, konu ilerledikçe tartışacağız hepsini.

Ulvi: Sinan yarım kan Yahudi olduğu için hassas (Kahkahalar)

Sinan: Biraz satır arası okumak istiyorum sadece… Türkiye-İsrail ilişkilerinin bu boyutta olmasına rağmen Türk Dış İşleri’nin Yahudilerle ilgili bir projeye bu kadar sıcak yaklaşması önemlidir.

Bahadır Arlıel: Tek endişe bu arkadaşlar bu projeyi yapabilir mi endişesi oldu bence… Başka bir endişe hissetmedik. Kimse bize “çocuklar bu konuya dokunmayın, gidin başka şeyler çekin” demedi. Tam tersine, bu konuya eğilmemiz ilgi ve destekle karşılandı.

Sinan: Tabii işin bir boyutu da, hem sizin anlattıklarınızdan hem de belgeselle ilgili okuduklarımdan anladığım şey, bütün bunlar aslında bireysel çıkışlar… Yani sonuçta Yahudilere yardım eden diplomatlar, o dönemin Türk Dış İşlerine hakim olan anlayışa karşı bireysel bir tutum içerisine girmişler. Yoksa o dönemde “Türk Dış İşleri, bir devlet politikası sonucu Yahudilere yardım etti” denilmesi mümkün değil. Tam tersine…

Bahadır Arlıel: Yüzde yüz öyle! Ama orayı anlatmama izin ver istersen, orası önemli çünkü. O diplomatların bu bireysel çıkışları önemli çünkü… Zaten bu projeyle ilgili olarak bence sorulması gereken temel konulardan bir tanesi bu…

Burak Arlıel: Tabii bir başka önemli soru da, neden bilemedik şimdiye kadar? Neden hiç kimsenin haberi olmadı bu konudan?

Sinan: Biraz zamanınızı alacağız ama gireceğiz bu konulara…

Bahadır Arlıel: Bizim zamanımız var, yeter ki sor sen… Ama dur şunu anlatayım da ondan sonra oraya geçeyim. Dedim ya, bir resepsiyon tertip ettik. İşte Adler geldi Lalushce geldi, davetli insanlar geldi falan… Muazzam bir heyecanla orada insanları bekliyoruz. Albert Carel ve eşi bunu organize ettiler. Albert Carel ile ilgili şöyle bir anekdotu paylaşmalıyım. Bu resepsiyondan 3-4 ay önce Carel, “ben Cannes’dayım, buyrun gelin” dedi. Gittik Cannes’a. Bir otelde buluştuk. Şahane bir akşam yemeği masası hazırlanmış. İlk kez yüz yüze tanışıyoruz. Çok hoş, biraz Türkçe biliyor, hemen çat pat Türkçe kelimeler kullanmaya başladı. Derdimizi anlattık, acayip bir pozitif hava oluştu. Hemen “nasıl yardımcı olabilirim, size nasıl destek olabilirim” yaklaşımına girdi Carel. Anlattık, oradaki amacımızın trenlerle Türkiye’ye gelmiş insanlara ulaşmak istediğimizi anlattık. Carel’in olumlu yaklaşımıyla da hemen çalışmaya başladık. Bütün bu insanları organize etmek, ikna etmek, bunu bir ritüelle süsleyerek yapmak falan… O dönem Büyükelçi Osman Korutürk’ün çok yardımları oldu. Resepsiyonu takip eden ilk 2 gün röportajlarımızı büyükelçilik rezidansında çekmemize imkân verdi. Sadece Osman Bey değil, görevli tüm diplomatların yardımlarından söz etmemek olmaz. Sonuçta ben Fransızca bilmiyorum. Fransızca metin oluşturmam gerekiyor, işte insanlar şurayı imzalasın, şunu yapsın falan diye. Rica ediyorum, hemen hallediyorlar. Bir yukarı çıkıyorlar, zırt diye her şey halloluveriyor. Büyükelçilik seferber oldu yani.

 Sinan: Çok şaşırtıcı! Pek alışkın olmadığımız bir şey bu, normalde burunlarından kıl aldırmazlar yurt dışındaki Türk Elçilikleri!

Bahadır Arlıel: Müthiş destek oldular! Ben şuna inanıyorum: insanlara samimiyetle, dürüstçe ne yapmaya çalıştığını söyleyip, anlatıp ve bu konuda adamların görmelerine olanak sağlayacak zemin oluşturduğunda, kimse art niyetli değilse (ki bu söylediğim kadroda hiç öyle bir insan yoktu zaten) herkes otomatikman destek olmaya başlıyor. Bu basit, insani bir reaksiyon aslında… O yüzden evet, ben de endişeliydim ilk başlarda… Ama sonradan, diplomatlardan aldığımız desteği asla unutamam. Bu resepsiyonda gözümü yaşartan anlar yaşandı. Ben biraz heyecanlıydım, böyle en arkada duruyordum Güneş’le beraber. Bütün insanlar oturmuş, işte o dönem hazırladığımız küçük üç dakikalık bir şey vardı tanıtıcı trailer gibi bir şey. Onu izlediler. İşte konuşmalar yapıldı, tabii her şey Fransızca. Yanımızda Fransızca bilen bir arkadaşımız olup bitenleri bize anında çeviriyor. Bu konuşmalar esnasında iki tane gayet yaşlı, trenlerle Türkiye’ye geldiği bize söylenen iki kişi, iki hanım kalktı Fransızca “aman yeter artık! Ben bunlardan sıkıldım, hep aynı şeyleri anlatıyorlar” falan diye konuşarak kapıya doğru yöneldiler. Kapı resepsiyon alanına açılıyor. Ben bunları görünce hemen “Güneş gel bakalım neden rahatsız oldular, konuşup anlayalım” dedim. Ama Fransızca nasıl konuşacağız? Çünkü o anda Fransızca konuşan birini kapıp getirme şansım yok. Bu iki hanım böyle yüksek perdeden konuşarak çıkıp resepsiyon bölümüne geçtiler. Biz de gittik, İngilizce olarak “pardon sorun nedir?” dedik. Kadın Türkçe olarak “biz Türkiye’yi çok seviyoruz, orası bizim vatanımız” dedi ve çantasından Türk bayrağını çıkardı. “Ben bu bayrağı 60 senedir çantamda taşıyorum. Biz o trenle geldik ve neler yaşadık kimse bilmiyor” dedi.

Ulvi: Türkçe konuşuyorsunuz?

Bahadır Arlıel: Evet Türkçe konuşuyoruz. Sizi dünyada bırakmam, mutlaka oturup konuşmalıyız dedim. Tamam yarın geleceğiz dediler. Abla kardeşmiş bunlar. Ertesi gün ablası gelemedi ama kendisi geldi. Bir sonraki gün peyderpey insanlarla görüşmeye başladık. Herkese randevu vermiştik. Birer birer alıyoruz insanları içeriye. Derken trafik şişti. Çünkü gelen oturuyor, laf lafı açıyor. Muazzam bir odada yapıyoruz çekimleri. Rezidans muhteşem, görmeniz lazım… Duvarlarda Osman Hamdi’ler. Müthiş.

Ulvi: Çekim yapıyorsunuz? Başladı yani daha orada çekimler?

Burak Arlıel: Tabii, tabii! Minimum 2-2.5 saat sürüyor her röportaj.

Ulvi: Röportajları kim yapıyor?

Bahadır Arlıel: Fransızca bilen bir arkadaşımız

Ulvi: Peki soruları kim hazırladı?

Bahadır Arlıel: Biz hazırladık tabii ama sorular “e hadi bakalım trenle nasıl gittiniz?” falan değil. Biz daha içine inmek için, hem dönemi alalım, hem hissiyatı alalım diye hazırlanarak gitmiştik. 2 sene hazırlandık artık o kadar soru soralım değil mi yani? (Kahkahalar) Tabii bu soruları sorduğumuzda anlatacak o kadar çok şey var ki, dolayısıyla 2-2,5 saat, bazen 4 saate uzayan röportajlar oluşmaya başladı. Ama şöyle olup bitiyor her şey: Kapı açılıyor; kameraman, sesçi, röportajı yapan, röportaj veren herkes ağlayarak dışırıya çıkıyor! Kapılar açılıyor, her yer havalandırılıyor falan… Bu arada biz şu Robert Francis’le röportaj yapıyoruz. Robert koltuk değneğiyle gelmişti, röportajı bitirdi ve “benim elimde evimde babamdan, annemden kalma Türkiye’deki hayatımıza yönelik çeşitli belgeler var.” İşte babasının Tıp Fakültesi’nden mezun olduğunda aldığı diplomasından tut, Beyoğlu’ndaki fotoğrafa, o zamanlar kullanılan defter gibi olan nüfus kağıtlarına kadar bir sürü malzeme. “Bunları getireyim mi? İster misiniz?” dedi. Tabii ki çok memnun olacağımızı söyledik, “o halde ben bir koşu gidip getireyim” dedi. Adam koltuk değnekli, kendisini götürme teklifimizi reddedip gitti. O esnada sevgili Albert Barbut ve eşi geldiler, biz onları içeri aldık onların röportajı çekiliyor. O röportaj çekilirken Robert geldi elinde malzemelerle… Kocaman bir diploma var, biz malzemelere bakıyoruz, Cengiz Akduman fotoğrafları çekiyor. Derken röportaj yaptığımız odanın kapısı açıldı, ekip dışarı çıktı. Albert de çıktı tabii… Albert dışarıda Robert’i gördü. Meğer trende beraber gelmişler… 1944’te. Yıllar sonra orada karşılaştılar.

Ulvi: Daha önce görüşmemişler mi?

Bahadır Arlıel: Hayır, 64 sene sonra ilk defa karşılaştılar. Hepimiz taş olduk! Birkaç dakika herkes taş oldu! Sonra hemen içeri giriyorsunuz, ikinizi birlikte alıyoruz dedik. Bu sefer ikisi yan yana anlattılar. Zaten belgeselde de ağırlıklı olarak onları kullandık…

Burak Arlıel: Müthiş anlatıyorlar gerçekten.

Bahadır Arlıel: 2 gün yoğun bir röportaj çekimi yaptık.

Sinan: Toplamda kaç kişiyle görüştünüz?

Bahadır Arlıel: 16 kişiyle! Düşünsene, sadece Paris’te 16 kişiyle görüştük.

Ulvi: Ve hala bütçe yok? (Kahkahalar)

Bahadır Arlıel: Yok arkadaş yok! Bütçe falan yok! Mesela kamerayı falan nerden buldun diyeceksin? Bizim Cemal Noyan var, İmaj… “Alo Cemal Abi?” “Efendim Bahadır’cığım?” “Abi ben bir belgesel yapacağım, senden bu konuda destek istiyorum” “Ya tamam ne yapıyorsan yap Allah Allah! Ne acayip çocuksun?”… Limon alıyorum sanki! Akşamdan arıyorum, “kamerayı hazırlayın ben sabah Fransa’ya uçacağım” diye. Elimde kamera, tripod falan uçakta. Sesçi nereden bulacağız? Fransa’da sesçi dediğin şey 1000 euro kardeşim! “Dur lan, bizim şey var Brüksel’de yaşıyor, o bir trenle gelir” pat o geliyor Brüksel’den! Biz 3 kişiyiz, düşünsene 2 kişi arabayla geldi Paris’e. Yol bilmez, iz bilmezler. Arabada uyuyarak geldiler. Böyle bir hayat yaşandı. Neyse sonuçta çektik! HD çektik bunları. Sonra İstanbul’a dönüp, İstanbul’daki röportajları çektik. Nihayet röportaj faslı bitti.

Ulvi: Peki bu arada filmin bir senaryosu falan var mı?

Bahadır Arlıel: Hayır hiç bir şey yok daha. Sadece röportaj faslı var. Şimdi röportajlar çıktı ama en başından beri diyorum ki arkadaşlar bu projede mutlaka ve mutlaka canlandırma üretmemiz gerekiyor. Bunu ben diyorum, hani yönetmen dese vuracağım kafasına sopayı ama düşünsene ben diyorum. Çünkü aklın yolu bir! Öbür türlü ne oluyor biliyormusun böyle bir takım evraklar, kâğıtlar, fotoğraflar bir de böyle konuşan insanlar… E bu da belgesel tabii… Ama bizim yapmak istediğimiz belgesel değil…

“biz dokümanter yapacağız, hiç bir şekilde yorum katmayacağız, dış ses bile kullanmayacağız diyerek çıktık yola. ve başından sonuna buna sadık kaldık”

Sinan: Daha sinema tadında, sanatsal bir iş istediniz?

Bahadır Arlıel: E tabii bu daha başka maliyetler oluşturan bir yapı haline geliyor. Neyse, bir yandan araştırma işi devam ederken bir yandan da kendimize bir rota belirleme zorunluluğu doğdu. İşte sinopsis çıkması lazım, bir tretman çıkması lazım, senaryoya geçmemiz lazım filan… Bu noktada Güneş, Necdet Kent ’in oğlu Muhtar Bey’le temasa geçiyor. Biz, Selahattin Ülkümen’in oğlu Mehmet Bey’le temasa geçtik, Güliz Hanım’la temasa geçtik. Kemal Yolga ’nın kızı Güliz Yolga. Bu arada 2009’u bulduk. Muhtar Bey kabul etti, böyle pozitif dönüşler almaya başladık. Bütün bunlar olurken yapılan röportajları Burak günlerce, haftalarca hatmetti. Artık ezberler hale geldi. Bu esnada bir senaryo ekibi enjekte ettik ana ekibe.

Burak Arlıel: Bu arada bütün o çekilmiş olan, anlatılmış olan şeyler zaten kendi içinde müthiş bir belge değeri taşıyordu. İnsanların bire bir kendi başlarından geçmiş olan hikayeler. Yurt dışından gelen tüm belgeler, Türkiye’de topladığımız belgeler, Yakvaşem’den gelen belgeler… İnsanların kendi kişisel arşivlerinden verdikleri belgeler… Bunların çoğu Fransızca, İngilizce tabii…

Bahadır Arlıel: Pardon araya gireceğim. Bu arada Güneş’lerle biz bu projeyi başlattığımız dönemde Güneş’in zaten sürdürmekte olduğu çok ciddi bir çalışma vardı. Behiç Bey’in anılarını, daha doğrusu anıları değil de günlüğünü tutmuş, acayip arşivci özelliği olan bir kişiymiş. Türk Tarih Kurumu’nun kurucusu olduğu için demiş ki “bunlar benim hatıratım. Bunu vefatımdan sonra buyurun basın. Bu da parası” diyerek T. Tarih Kurumu’na vermiş. Bunu bizim çocuklar Türk Tarih Kurumu’nun Polatlı’daki deposunda bulmuşlar. Atılacaklar yığınının içerisinden…

Burak Arlıel: Kutuların arasından…

Bahadır Arlıel: 1000 sayfaya yakın Osmanlıca hatırat! Bu tercüme edilmek durumunda… Şimdi birileri kalkıp vay T. Tarih Kurumu’nun elindeki belgeyi nasıl alırsın? E çöpe gidiyordu bunlar? Güveler yemiş haldeydi.

Sinan: Eh o başka mesele!

Bahadır Arlıel: Bu sadece bir tane örnek… Adamın bütün hatıratını çıkartıyorlar. Bu arada Emir Kıvırcık Behiç Bey’in hayatından yola çıkarak bir uzun metraj yapmayı hedefliyordu. Ama bu tamemen onun kişisel projesiydi, bizimle hiç bir bağlantısı ilgisi falan yoktu. Güneş’lerin kurmuş olduğu ilişki üzerine ben de bir tanıştım, yemek yedik falan. Ama o uzun metraj yapmak istiyordu. Biz de insanlara ulaştıkça meseleyi sadece Behiç Bey ekseninde tutmanın doğru olmayacağını düşündük. O süreçte taşın altına elini koyan 18 diplomatın hikâyesini belgesel olarak anlatmayı tercih ettik. Dolayısıyla Behiç Bey, kahramanlarımızdan sadece biri haline geldi.

Ulvi: Türkiye’de böyle projelerde, proje üzerinde çalışırken kimse bir şey yapmaz ama proje bitince herkes sahiplenmeye kalkar, bu proje benimdir, ben organize ettim her şeyi diye…?

Bahadır Arlıel: Biz 5 yıldan beri bunla uğraştığımız için pek öyle kolay kolay bir babayiğit çıkıp da “yok bu zaten benim projemdi” diyebilecek durumda değil. Çünkü Türkiye’de bununla ilgilenen her kim varsa bizim bu işe böyle manyak boyutta kafayı taktığımızı zaten biliyor. O yüzden öyle bu benim projemdi falan diyecek bir arkadaşın çıkacağını zannetmiyorum. Eh varsa da çıkar konuşur.

Ulvi: Eh yok, o dönemde çıkardı çıksaydı…

Bahadır Arlıel: Proje o dönemde parlayamadı çünkü bütçesi olmadığından, fakru zaruret içerisinde bir şeyler yapmaya çalışan bir avuç deli gibi görüldük biz. Bir noktadan sonra “gerekirse arabamı satar yine yaparım” der hale geldim. Taktım kafaya yani. Her neyse… Sonra bu araştırmalar neticesinde şu noktaya geldik: İşte Selahattin Ülkümen’in bir hikayesi var. Namık Kemal Bey’in, Necdet Kent’in hikayesi var… Ortaya bu resim çıkınca, kalktık Yazvaşem’e bir daha gittik. II. Dünya savaşında Yahudilerin soy kırımdan kurtarılmasına yardımcı olan veya birebir kurtaran insanlara verdiği bir ödül var: Raychest Gentle ödülü. Ayrı bir departman bu ve o departmanın başındaki müdürle toplantı yaptık. Çok zor dedi… Elimizde bir sürü belge olmasına rağmen yetmiyor. Çünkü canlı olarak bunu konfirme edecek 3 kişi getirmek lazım. Bir tek Selahattin Ülkümen Rodos’ta 81 kişiyi kurtardığı ve bu, o dönem kanıtlandığı için Rayches Gentle olarak hem girişte hem de içeride buna ayrılan bölümde yer alıyor. Onun dışında hiç bir diplomat maalesef, bence sonuna kadar hak etmiş olmalarına rağmen bu ödülü alamıyorlar. İnsanlar da zaten bunu söylüyorlar. “Biliyoruz ama kural böyle…” Her neyse, bu arada diplomatların çocuklarıyla temasa geçtik, röportaj tarihleri belirledik falan. Naim Güleryüz, Heath Lorry vs. gibi, projeye kendi bilgi ve donanımlarıyla destek olabilecek kişilerle röportaj yapmaya başladık. Bunların hepsini arka arkaya çekmeye başladık. Çekerken de bir yandan Burak ve senaryo grubu, Deniz ve Gökhan, Güneş, Burak’ın ekibi falan senaryo oluşturmaya yönelik çalışmalar başladılar.

Burak Arlıel: O da aslında tam senaryo değil. Senaryoyu yazdık diye bir şey yok. Senaryo yazmadık çünkü… Bu hikâyenin böyle oturup da senaryolaştırılacak bir durumu yok…

Ulvi: Tabii bu bir belgesel olabileceği gibi tarihi belgelere dayalı bir aşk hikâyesi de katıp, uzun metraj bir sinema filmi de olabilirdi değil mi?

Burak Arlıel: Kesinlikle olabilirdi

Bahadır Arlıel: Olabilirdi, hala da olabilir…

Ulvi: Konudan hiç ayrılma oldu mu?

Bahadır Arlıel: Hayır en başından beri dökümanter drama yapacağız, canlandırma sahneleri çekeceğiz, hiç bir şekilde yorum koymayacağız, dış ses olmayacak, herkes ne anlatıyorsa anlatılan şeyi göstereceğiz dedik. En ufak bir yorum katmadan bunu yapacağız, kim ne değerlendirmeye çalışırsa bunun üzerine yapsın dedik… Çünkü bak burada şöyle bir durum var: Biz Türk’üz. İki Müslüman’ız. Avrupa’da yaşayan Yahudileri kurtaran Türk diplomatların hikâyesini anlatıyoruz. İsrail ile Türkiye ilişkileri meydanda. İsrail’in son yıllarda kendi coğrafyasında yaptıkları meydanda vs vs. Şimdi ortada zaten çok komplike bir durum var. Bir taraftan Ermeni lobisinin Türkiye ile ilgili işte yok 24 Nisan, yok soykırım iddiaları var. Bu da bambaşka bir tartışma konusu. Şimdi bunların içerisinde yüzde yüz doğru olduğuna inandığımız bir konuyu gündeme taşırken buna ne kadar yorum katarsan o kadar olumsuz reaksiyon alma veya üzerinde tartışma yapılabilecek zemin yaratmış olacaksın. Bu nedenle bir dış ses bile koymadık. “Birazdan 43 yılında yaşananları izleyeceksiniz” vs gibi hiç bir şey yok. Bilhassa sattle kalmaya gayret ettik. Buna ne bir Türk bakışı, ne bir Yahudi bakışı ya da başka bir şey… Hiç öyle bir şey yok. Biz olabildiğince, mümkün mertebe ayna olmaya çalıştık.

Burak Arlıel: Bunu aslında şöyle adlandırıyoruz. Biz tamamen ortada durduk! Bu tarafta kurtaranlar bu tarafta kurtulanlar var. Biz onları bir araya getirip anlatmalarını sağladık. Bizim bu konunun içine katacağımız en ufak şey başka taraflara çekilebilirdi.

Bahadır Arlıel: Yorum olurdu.

Burak Arlıel: Başka sebeplere, başka nedenlere- niçinlere gidecekti iş… onun için de hiç yapmadık.

Bahadır Arlıel: Çünkü süreç içerisinde şöyle yerlerden geçtik. Paris’te bize bu konuda hem röportaj veren hem de kendi ilişkileri üzerinden o community nin içinde olan, dolayısıyla işte al ben seni Ulvi’yle tanıştırayım, işte seni burakla tanıştırayım diyen insanlarla muhtelif görüşmeler yaptık. Son derece hoş insanlar… Bir süre İstanbul’da yaşamışlar filan. Mesela bir tanesinin evine davet edildik. Çok hoş bir hanım. Gittik, “sizin için Beyoğlu kurabiyesi yaptım” diye lafa giren, çat çut Türkçe konuşan bir kadıncağız. Çay yaptı bize, oturduk. Ayaklar kapıda çıkıyor falan… Biz de bu yaptığımız röportajlardan kısa bir montaj hazırlamıştık, onu da yanımda götürdüm. Masanın üzerine tren listeleri çıktı, o kendi ellerindeki o dönemden kalma şeyleri koydu falan, sohbet ediyoruz. Konuşmanın bir yerinde dedi ki bize, “biliyorsunuz, böyle bir şey olmadı aslında. Bu, Almanlarla Türklerin zaten kendi aralarında konuşarak tamam, onları gönderin, zaten biz onları almayacaktık dedikleri bir durum” dedi. Şimdi kadınla daha önce konuştuk, biliyorum kadını. Durumunu da biliyorum. Boş bir kadın değil, bir ev kadını falan değil. Araştırmalar yapan bir kadın. Şaşırdım kaldım, ne diyor bu kadın diye… Fransızca her şey, birkaç yerde Türkçe diyalog var onun dışında hiç Türkçe bir şey yok. Fransızca alt yazı, İngilizce konuşmalar var. “Bir dakika” dedim. “Bakın anlatıyorlar burada, Türk diplomatlar olmasaydı şimdiye kadar çoktan ölmüştüm diyor insanlar. Müstehzi bir ifadeyle “tamam da öyle değil” dedi kadın. “Öyle olmayan nedir?” diyorum kadına. “Bak o trendekini sen tanımıyor musun?” diyorum. Delirtti beni. Delirtmeyi bırak, yanımda beni oraya götüren, trenle gelen, bana röportaj veren ve onun en yakın arkadaşı kadın delirdi. “Ya sen kafayı mı yedin? Ne biçim konuşuyorsun?” dedi kadın arkadaşına. Ama kadının ortaya koyduğu kendine göre argümanları da var. Biraz daha didikleyince, işin arkasında başka ilişkilerin olduğu anlaşıldı.

Sinan: Peki kayıtsız mı kaldınız o argümanlara, belgelere?

Bahadır Arlıel: Kaldım tabii ki!

Sinan: “Tabii ki mi?” Neden?

Bahadır Arlıel: Onun başka manipülasyonlardan ötürü benim somut biçimde masaya koyduğum realiteyi kabul etmiyor olması beni ilgilendirmiyor ki?

Sinan: Ama o realitenin bir parçası senin gördüğün şey aslında? Tabii filmden uzaklaşıyoruz şu anda ama? Bu çok önemli bir ayrıntı?

Bahadır Arlıel: Uzaklaşalım, uzaklaşalım istiyorsan…

Sinan: Çünkü senin şu anda yapmış olduğun şey realitenin bir parçasıysa, bu tarafta da Struma faciası diye bir şey var? Gerçeğin bir diğer yüzü?

Bahadır Arlıel: Bravo! Çok iyi bir noktaya denk geldiniz. Cumhuriyet Gazetesi’ndeki bir arkadaş ta 2008 deki röportajı haber yaptığında son paragraf olarak bunu da kullanmıştı. Doğru, buna yönelik değerlendirme yapacaksak eğer bu ve buna benzer pek çok konu var. Ama dikkat edersen bizim belgeselimizin konsantrasyonu 1943 yılında başlayan ve 1944 yılının mayıs ayında biten tren seyahatlerine dönük. Başka hiç bir şeye konsantre değil. Çünkü o zaman belgesel yapamazsın. Döneme yönelik bir şey anlatman lazım. Arzu edersen, uygun finansmanı, uygun çalışma zeminini yaratırsan Struma ile ilgili de belgesel yapılabilir. Kaldı ki sadece Struma da yok…

Sinan: Belirli bir dönemin belirli bir kesitini anlatmaya kalkıştığında, o tren yolcularından bir tanesi eğer “işin bir de bu boyutu var” diyorsa…

Bahadır Arlıel: Onun başka bir ajandası olduğu için ama.

Sinan: İşin o boyutunu yok saymanın, o kadının o bakışını reddetmenin altında yatan nedeni anlamaya çalışıyorum?

Bahadır Arlıel: İşte ikna etmeye çalışıyorsun? Adam anlatmış, belge burada? Aynı belge önünde var zaten? Diyor ki “yok, yok! Onu zaten Almanlar yaptı!” Ya ne Almanlar yaptı? Almanların ne yaptığını biliyoruz! Niye böyle bir şey söylüyorsun? Neyse! O gün yağmur yağıyordu, ben 1 kilometre yürüdüm yağmurun altında sinirimden… Ama önemi yok, çünkü eğer sen buna ikna değilsen değilsin! Ne yapayım ben? Benim işim bunu masaya koymak, izlenir hale getirmek. İnanırsın inanmazsın, ikna olursun olmazsın, onu ben bilemem… Bu her kameralı yaptığın işte geçerliliği olan bir durumdur.

Sinan: Bu benim önüme geldiğinde, Ulvi projeyi anlattığında ve sizinle röportaj yapma konusu gündeme geldiğinde açıkçası bir önyargım vardı. Öncelikle ilk aklıma gelen şey, bu bir propaganda filmi mi? Yani Türk resmi ideolojisinin propaganda filmlerinden bir tanesi olabilir mi diye düşündüm…

Bahadır Arlıel: Bu da geldi bana çok…

Sinan: Bunu tartışmamız gerekiyor çünkü… Açıklık kazanmalı önce benim kafamda, sonra herkesin kafasında…

Bahadır Arlıel: Gayet normal gelmesi…

Sinan: Türk Dış İşleri’nin bu konuya bu kadar sarılmasını, Türkiye’deki ve yurt dışındaki bir kesim Yahudi toplumlarının da buna sarılmasını sorgularım doğal olarak. Çıkış noktanızı gayet iyi anladım. Heyecan duyduğunuz, güzel bir hikaye yakalanmış. Ama benim için buradaki Saikleriniz önemli. Bu olay niçin bu kadar ilginizi çekti sizin? Sizi bu hikayede asıl heyecanlandıran nokta ne?

Ulvi: Ya eğer bu iş ilk gündeme geldiğinde anında Dış İşleri Bakanlığından ya da İsrail’den fon bularak bu projeye başlamış olsaydınız zaten sıçmıştınız, tam bir propaganda filmi diye bakardım.

Sinan: Ben röportaj bile yapmaya yeltenmezdim.

Ulvi: Ama burada ruh hastası bir durum var…

Bahadır Arlıel: Ulvi beni tanıyorsun 35 senedir. Ben salak bir adam değilim!

Sinan: Nerelisiniz siz?

Bahadır Arlıel: İstanbul! Benim oğlum sekizinci kuşak İstanbullu…

Sinan: Milliyetçi misin? Bu olayda “yardımsever, gözüpek, kahraman Türk” imajı motive etmiş olabilir mi sizi?

Bahadır Arlıel: Hayır değilim. Yani eğer “vatanını seviyor musun?” diye soruyorsan, tabii ki seviyorum! Her maçta İstiklal marşı okunurken ben de okurum. Tabii ki severim! Bayrağımı severim, memleketimi severim… Ama kafatasçı anlamında soruyorsan tabii ki değilim!

Sinan: Canım MHP de ırkçı olmadığını söylüyor.

Bahadır Arlıel: Siyasi partilerin argümanları üzerinden bir milliyetçilik söylemi soruyorsan hayır. Hayır, kendi tercüme ettiğim biçimde milliyetçiyim. Kendi tercüme ettiğim biçimde liberalim. Kendi tercüme ettiğim biçimde sosyal düşünceyi, sosyal adaleti savunuyorum.

Sinan: Az önce satır arasında enteresan bir şey kullandın çünkü… “Türk- İsrail ilişkilerinin geldiği nokta ve İsrail’in bölgede yaptıkları” ifadelerini kullandın. Önemli kodlar bunlar.

Bahadır Arlıel: Ama şunu da hemen kodlayım o zaman! Bunun en yoğun yaşandığı dönemlerde 3-5 kere İsrail’e gittim ben. Her birinde de çok büyük keyif aldım. Hem oradaki insanlarla kurduğum ilişkiden ötürü, hem gece hayatından ötürü, hem Tel-Aviv gibi bir şehri görmekten, hem Kudüs gibi bir yere bir kaç kez gitme şansına sahip olmaktan ötürü… Muazzam etkileniyorsun! Mescid-Aksa’da Fatiha okumaktan da etkileniyorsun…

“nerelisin sorusu çok anlamsız. mesela kalkıp kardeş sen new york’un neresindensin diye soran var mı?”

Bahadır Arlıel: Elhamdülillah Müslüman’ım. Ama çok dindar da olamam. Yani nasıl dindar olabilirim? Annem şimdi bunu okusa bozulur. Demek istediğim şey şu; ben şimdi Türk devleti ile İsrail devletinin veya Amerika ile Türkiye’nin ilişkileri üzerinden bir değerlendirme yapacak durumda değilim. Ancak insanların aralarındaki ilişkiler üzerinden gözlem yaparak bir değerlendirme yapabilecek kapasitedeyim. Bilgi sahibi olmadan bir şey söyleyemem çünkü. Sana şunu söyleyebilirim, ilişkilerin en kötü olduğu dönemde de gittim, patlamadan önceki dönemde de gittim. Taksiyle bir yere gidiyorsun, şoför nereli olduğunu soruyor. “ Memleket ne dayı?” durumu orada da var. Türkiye deyince, vayyy! Diyor… “Türkiye mi? Her sene giderdim ama bu sene gidemem” diyor şimdi. Niye? Diyorum, baksana çok kötü durum diyor.  “Bizi orada döverler” diyor. Ya neden döverler? Kimi dövdüler? diyorsun. Tuhaf bir şey, bir anda sen “ne oluyor yahu, gel işte” deme ihtiyacı hissediyorsun.  Restoranda yemek yerken, bir yere gittiğinde, kapıdaki bodyguarddan tut oteldeki resepsiyon görevlisine kadar veya bu projeyle ilgili olarak orada küçük küçük dernekler, girişimler falan, kiminle konuşursan konuş, herkes “biz Türkiye’yi çok severiz, zaten köklerimizin bir kısmı orada” ya da “çok sık giderim, her yaz giderim, Bodrum ah, Efes, çöp şiş!” herkes anlatıyor. Yani buradan şunu görme şansın oluyor; orada sokaktaki adamla buradaki sokaktaki adamın birbiriyle bir derdi yok. Yunanistan’la da aynı şey!

Sinan: İnsan hikâyelerini geçelim, orada sorun yok zaten.

Bahadır Arlıel: Ama gördüğüm şeyi anlatıyorum sana. Sen bana devlet politikasını soruyorsan o konuda değerlendirme yapamam çünkü o benim dışımda bir şey.

Sinan: Şuna anlamaya çalışıyorum. Bu film, yaptığınız bu çalışma çok önemli. Bu çalışmanın sonunda nasıl bir Bahadır ve Burak şekillendi? Bahadır ve Burak’ın fikirleri ne kadar etkilendi? Bireysel bir takım çabalarla bir avuç insanın kurtarılmasının anlatıldığı bir hikaye bu çünkü…

Ulvi: Şimdi film, devlet mevlet beni ilgilendirmiyor. Ben burada bahadır ve Burak ile konuşuyorum. yani sonuçta sizdeki değişim ne, nasıl hissediyorsunuz, ne yapıyorsunuz?  Yani kendinizi anlatın banane tamam orada bir hikaye var, kurgulanmış bir milyon tane hikaye var, bir tanesi size çıksın. Kurgulanmış sanın. Sen yani bu röportajın olduğu an sensin yani yoksa oradaki bilmem kim onu kurtarmış bilmem ne bizi de çok ilgilendirmiyor. Beni sen ilgilendiriyorsun, ne hissediyorsun, ne yapıyorsun?

Sinan: Türkiye’yi özlüyorlar mesela? İyi de şunu sormak gerekmez mi? Peki neden Türkiye’den gitmek zorunda kaldı bu insanlar? Sizler bu soruları sormaya başladınız mı çalışma sırasında? Bu hikâyelerin katkısı oldu mu?

Bahadır Arlıel: Olmaz olur mu, tabi oldu! Çünkü “bu insanlar Türk tabiyetindeki Musevi’dir, arkadaşım o yüzden bunları sen toplama kampına yollayamazsın” argümanı var. Bu soruyu sormak gerekiyor, çünkü ancak bunu sorduğun zaman geri gidip araştırma yapmaya başlıyorsun. Araştırmada şu çıktı ortaya, Tanzimat Fermanı’ndan itibaren altı tane büyük Musevi hareketi var Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti dışına. 1839’dan işte gel 6-7 Eylül’e kadar. Büyük bir nüfus varken 20 binlere indi, sen daha iyi biliyorsun sayıyı… Valla bu projeye başlamadan önce de aynı şeyi düşünüyordum ama bugün daha da katı bir şekilde aynı şeyi düşünüyorum. Yahudi’sin, efendim Ermeni’sin, Kürt’sün… Kimse kimseyi eleştiremez, değiştiremez, yaftalayamaz. Adam mısın, insan mısın? Ölçü bu olmalı.  Bunun için de nerelisin veya hangi ülkedensin gibi sorular çok geçerli olan sorular değil. “Vay Malatyalı!” Eee?  Bu bana bir şey ifade etmiyor. Yani hiç duymadım ben şimdiye kadar “baba sen Los Angeles’ın neresindensin?” diye bir şey…

Sinan: Ya sen ne düşünüyorsun?

Burak Arlıel: Bana önceleri çok kıro bir yaklaşım olarak gelirdi veya çok yerlerde bir tabir olarak gelirdi dünyalı olmak. Şundan dolayı bunu söyledim; Bedii Ömer Ağırbel annesi ile beraber konsolosluk binasının bahçesinde oyun oynuyor, bir anda konsolosluk kapılarının demirlerinin orada yüzü kireç gibi olmuş bir kadın, kucağında iki çocukla bir şeyden kaçarken o demir parmaklıkların önüne geliyor. Büyükelçinin eşi gidip kadınla konuşmaya başlıyor, kapıyı açıp elçiliğe alıyor. 3-5 dakika sonra bir araba geliyor, içinden Naziler iniyor. Aralarında bir diyalog geçiyor, münakaşa ediyorlar ve Büyükelçinin eşi Almanları yolluyor. Şimdi, o kadın Türk değildi. O kadın Türk Musevi’si de değildi. Başına gelen olay şu: kadın kucağında iki çocuğu ile beraber evine geliyor, bakıyor ki Almanlar evi basmışlar ve kocasını vurmuşlar. Aileyi de arıyorlar aynı zamanda. Kadın bunu görüp kaçarken de tamamen şans eseri, Türk konsolosluğunun oraya geliyor. Türk konsolosumuzun eşi çocuğuyla bahçede oynarken sadece kadının içine düşmüş olduğu durumu görüp ona yardım eli uzatıyor. Kadın 1-1 buçuk ay boyunca konsoloslukta yaşıyor.  Sonra kadına Türk pasaportu çıkartılıyor, iki çocuğu ile beraber Türkiye’ye yolluyorlar. Şimdi bu bir insanlık! Büyükelçinin eşi orada herhangi bir şekilde aman bu Türk Yahudisi mi, Fransız mı, İspanyol mu demedi. Biz bugün hala birbirimizi yemeye çalışıyoruz, aman sen Kürtsün, sen bilmem nesin! Niye böyle bir kavganın içerisine giriyoruz ki? Yüzyıllardır beraber yaşamışız, şimdi sen beni belli bir kalıbın içerisine sokmaya çalışıyorsun. Niye beni böyle bir kalıbın içine sokuyorsun ki? Ben Kürt’ü de seviyorum. Arkadaşım olmamasına rağmen. Bir tane bile Kürt arkadaşım yok ama bir tane de sorunum yok bu insanlarla.  Yani bu işin içerisine o kadar yoğun girdim ki, 2 sene içerisinde, bu çektiğimiz tüm röportajlar, bulduğumuz tüm belgeler, bana “insan olmanın” gerçekten başka bir şey olduğunu öğretti. Bu insanlar, adlarını filmde andığımız bu 19 insanın her biri tek bir sebepten dolayı yapmışlar bu işi. Çocuklarına da sorduk… Toplama kampında ölmek üzerelermiş, günde 200 gram ekmekle yaşıyorlarmış. Adam girip o kampın içinden çıkarmış bu insanları. Belgesi de burada. Ve kurtulanlar Konsolosluğa gidip “teşekkür ederiz” dediklerinde, “bu bizim vazifemiz” yanıtını alıyorsa bu bir kahramanlık değil de nedir? Superman’i, Batman’i, Örümcek Adam’ı aramaya, onlara özenmeye filan gerek yok. Tamamen kelle koltukta, kendi hayatları, çocuklarının, ailelerinin hayatlarını tehlikeye atmak pahasına! Selahattin Hüküm, Rodos Konsolosu! “Yapma” diyorlar, “bu işin içerisine girme” diyorlar. “Ben bildiğimi yapacağım” diyor. Türk Yahudi’si veya şu-bu ülkenin Yahudisi fark etmiyor. İnsanları kurtarmak için elinden gelen neyse onu yapmaya kararlı. Sonra ne oluyor? Bir partiye davet ediyorlar. Ama partiye gitmeden önce Yahudiler haber veriyorlar “sakın gitme, orada komplo düzenlediler, öleceksin”… Gitmiyor… Aradan 1 hafta geçiyor, eşi hamile. Mehmet Ülkümen’e hamile. Abi bahçeye çıkıyor bir bakıyor ki uzaktan bir uçak yaklaşıyor. Bir sorti yapıyor ve bırakıyor bombaları konsolosluğun üzerine. Konsolosluk patlıyor! Abi içeri koşup eşini çıkartıyor ve hastaneye götürüyor ama hastaneden kovuyorlar. Aradan 2-3 hafta geçiyor, kadıncağız doğumu yapıp 1 hafta sonra da vefat ediyor. Yıllar sonra Mehmet Ülkümen babasına soruyor: “Neden yaptın bunu? Neden? Sebebi ne?” Babasının yanıtı tereddütsüz…  “Bugün olsa gene yaparım.” Diyor. Yani 2 sene boyunca yoğun biçimde bu hikâyelerin içerisinde olduk. Ben zaten naifimdir, insancılımdır. Yani din, ırk, milliyet ayırt etmem. Türklüğümle çok övünürüm evet… Türkiye’yi çok severim. Yurtdışında okudum mesela… Okuduğum yıllar boyunca başka arkadaşlarım yeri geldiğinde İtalyan’ım dedi…  Ama ben hiçbir zaman Türk olmaktan ne utandım, ne korktum, ne çekindim! E şimdi bir de böyle bir konunun içerisine girip de bu insanların bütün bu hikâyelerini, yaptıklarını öğrenince ne hissedersin ki? Düşünsene, bir haber geliyor adam istasyona koşuyor. Bakıyor ki hayvan vagonu içerisine sıkıştırılmış 81 insan! Auschwitz’e gönderiliyorlar. Adam “indirin bunları aşağıya” diyor. “Kimsin sen?” “Ben Türk’üm!”. “Yapacak bir şey yok, bunlar gidecek ve ölecekler” diyorlar… “Hayır ölmeyecekler” diyor ve atlıyor vagona, “o halde beni de götürün” diyor… Muhtar Kent’in babasından söz ediyoruz!  Adam “iniyor musunuz inmiyor musunuz aşağı?” diyor. Bizimki “hayır inmiyorum” diyor. “Siz bilirsiniz” deyip kapatıyorlar kapıyı, tren kalkıyor, yürüyor gidiyor. Çok büyük bir skandaldan bahsediyoruz! Savaş sebebinden bahsediyoruz…  3-5 istasyon sonra durduruluyor tren… 81 kişi ile birlikte aşağı iniyorlar, araçlarla Paris’e geliyorlar. Pasaportları çıkartılıyor hepsinin ve Türkiye’ye getiriliyorlar. E şimdi ben bu adamı kendime neden örnek almayayım ki?

Sinan: İkinize birden soruyorum. Bu belgeselden aslında 20 tane drama çıkar tahmin ettiğim kadarıyla. Dünyada da müthiş bir sektör bu… Yahudi soykırımı konusu…

Ulvi: Acayip ekmek var bu işte anlamında söylüyor.  (kahkahalar)

Sinan: Merak ettiğim nokta şu; sadece tek bir hikâyeden 20 tane film çıkabilecekken, Türkiye’de neden bu konulara hiç eğilmemiş sinemacılar? Neden bu konuda üretilmiş filmler, belgeseller yok?

Bahadır Arlıel: En azından kendi perspektifimden bir cevap vermeye çalışayım. Birkaç tane sebebi var. Her şeyden önce maddi konular. Türkiye’de zaten sinema filmi yapmak başlı başına bir iş… Zor! Dolayısıyla para harcayıp sonra da gişe beklediğin, beklediğin geri dönüşü de alamadığın zaman yaşayacaklarını bildiği için insanlar, sinema filmine öyle pek kolay kalkışmazlardı. Son 5-6 yılda arttı işte. Ama boxoffice’lere baktığın zaman kaç adet film ne yapmış görüyorsun zaten. Hal böyleyken bir kalkıp belgesel yapalım, üstelik belgeseli bir de sinema tadında yapalım demek öyle kolay bir şey değil. Bana hep “abicim manyak mısın sen? Taktın bir belgesele” dedi insanlar. Bu söylendikçe kamçılandım ben. Tamam bir yandan “deli misin sen?” diyenler var ama öte yanda da yığınla belge akıyor önüne, kocaman adamlar önümde ağlıyorlar. Onlar ağlıyor, ben ağlıyorum, ekip ağlıyor. Bu da bana “yap oğlum şunu” diyor… Ha, bak bu da geldi bana: “bak oğlum sen bunu yapıyorsun ya, en yakınların bile kalkıp propaganda diyecekler”… Ya tamam; onu da desin, bunu da desin ama ben masaya şunu bir koyayım! Ondan sonra kim ne diyorsa desin! Önce bir izlesin, sonra bir daha desin ne demek isteyecekse. Buyursun desin. Ha çok merak ediliyorsa onu da söyleyeyim; “yaptın da ne oldu?” mesela. Parasal açıdan… Eh bayağı içerdeyim! Eğer birileri bu filme gider de bir gişe elde edersek teşekkür ederim tabii ama sonuçta benim faaliyet alanım bu değil. Asıl faaliyet alanımdan kazandıklarımla bunu finanse etmeye çalışarak projeyi gerçekleştirdik. Burada temel motivasyon para değildi yani. İstanbul’da reklam dünyasına hizmet veren bir yapım şirketi olarak faaliyet yürütüp, buradan kazandığın parayı bu tür işlere tahvil ediyor olmak akıl kârı mı? Eh kabul ediyorum, biraz manyaklık…

Ulvi: Ruhunu mu temizliyorsun? (Kahkahalar)

Bahadır Arlıel: Reklamcı tarafıma dönüp soruyorsan yok temizlemiyorum çünkü… Creative olmadığım için..

Ulvi: Hep söylerim, Türkiye’de iki tane işi olacak insanın! Birinden para kazanacaksın, diğerinden keyif alacaksın.

Bahadır Arlıel: Ama işte keyif aldığın şey aslında yapmak istediğin şey.  Ama keyif aldığın şeyi gerçekten keyif alarak yapabilmen için de senin günlük hayatını idame ettiriyor olman lazım.

Sinan: Yeri gelmişken (!) sorayım,  siz Sabetayist falan değilsiniz değil mi? (kahkahalar)

Bahadır Arlıel: E yuh ya! (Kahkahalar)  Hayır değiliz! Nereden buluyorsun bu soruları? (Kahkahalar)

Sinan: E Bahadır ve Burak isimlerini şeedince… Ben Yalçın Küçük okurum ara sıra, Sabetaycı kokuyor sizin isimler! (Kahkahalar)

Bahadır Arlıel: Bunu babama söylersen var ya, seni kovalar he! (Kahkahalar) Yok, yok, asla değil! Ha nereden geldi ailen, uzaydan gelmediniz ya diye soruyorsan, Boluluymuş bizim büyük büyük dedeler! O yüzden çok iyi pilav yaparım.  Çekim sürecini anlatacağız ama daha çekim aşamasına gelemedik ki. Adam ha bire yok Sabetay mısın yok şu musun? (kahkahalar)

Sinan: Tamam yahu geliriz oraya da. İkinize birden sorayım yine, bütün bu hikâyeler arasında en fazla burnunuzun direğini sızlatan hikâye hangisi oldu?

Burak Arlıel: Filmin içerisine koymadığımız bir hikâye vardı, çok kısa minicik bir konuydu. O ilk baştaki resepsiyondan ayrılan Marsel Ardit’in çantasından bayrak çıkartan kadının anlatımıydı. Trende bunlar giderlerken görmüş oldukları şey şu: bunların treni bu istikamete gidiyor, bu istikamete giden bir başka trenle karşılaşıyorlar ve o tren bugüne kadar seyretmiş olduğumuz tüm filmlerden aşina olduğumuz modeldeki bir tren. Ve o trenin camından kundağın içerisindeki çocuklarını camdan dışarıya kenardaki çiftçi kadınlara atan insanları görmüşler. Hayatları kurtulsun da çocukları ölmesin diye. Şimdi hani bunu dinlediğin zaman ve bunu o anki duyguyu yaşayan birisinden dinlediğin zaman gözlerinin dolmaması ya da içinin hırsla dolmaması mümkün olmuyor. Çünkü bir insanın hayatından bahsediyorsun. Kundaktaki bir çocuğun hayatından bahsediyorsun. Bu ister istemez acayip etkiliyor.

Sinan: Ya senin Bahadır?

Bahadır Arlıel: Beni etkileyen bir sürü şey var. Özel olarak bir hikâyeyi örnek veremem yani. Ama bu insanların yıllar sonra bile Türkiye’ye duydukları özlem ve sevgi çok etkileyici… Ama bir yandan da telefona sarılıp “olamaz böyle şey” demeleri de etkiledi beni…

Sinan: Nasıl yani? Neye “olamaz” diyorlardı?

Bahadır Arlıel: İşte bu Mavi Marmara, One Minute olaylarına verdikleri reaksiyon… Anlık şeyler ama bunlar…  

“bu hikâyede kahramanların türk olmasının, benim milliyetçi ya da şu bu oluşumun konuyla ilgisi yok. anladığınız anlamda milliyetçi de değilim üstelik.  tamamen insani bir şey bu…”

Sinan: Biliyorum kafama bir şey fırlatacaksın ama soracağım. Tüm anlattıklarından yola çıkarak sen bu işe “kahraman, merhametli, adil Türk” tarafından bakıyormuşsun gibime geliyor… Orada bir insanlık dramı var, etkilenmişsin ama asıl etkilendiğin “kahraman ve merhametli Türkler”…

Bahadır Arlıel: Yok öyle bir şey! Ben hiç öyle bir şey demiyorum, sen öyle tercüme ediyorsun!

Sinan: Anladığımı söylüyorum? Doğru mu, yanlış mı? “benim insanım, benim kahraman Türklerim bu insanlara yardım etti!”

Bahadır Arlıel: Hayır öyle değil. Tamamen insani bir reaksiyona tabiydik. Tek motivasyon buydu. Birileri yardım ihtiyacı duyuyor, yardım edebilme ihtimali olduğunu düşünen birileri buna yardımcı oluyor. Beni ilgilendiren tarafı yardım edenlerin Türk olması, yardıma ihtiyacı olanların Yahudi olması değil. Ben Türk olduğum için ve bu yardımda bulunanlar Türk diplomatları olduğu için bunu söylüyorsun, anlıyorum. Ama eğer imkânım ve durumum olsa, zamanım olsa, buna yönelik bir araştırma, bilgi-belge gelmiş olsa bana, ben bunu Kızılderililer için de yapabilirim, Ermeniler için de yapabilirim, Cezayir’deki durum için de yapabilirim.

Ulvi: Yarın öbür gün bir Filistin filmi de yapabilirsin yani?

Bahadır Arlıel: Tabii! Ama bundan sonra yapacağım hiçbir şeyi kendi kararlarımla yapmam! Artık yeter! (Kahkahalar) Artık yeter arkadaş ya! Birileri bana güvenmeli, en azından bu bir referanstır. Ben burada artık mezun olduğumu düşünüyorum. Kendimi vakfetme manasında mezun olduğumu düşünüyorum. Soruna döneyim tekrar. Bu belgeselde anlatılanların kahramanlarının Türk olması, benim milliyetçi duygularım vs yok ortada! Milliyetçi değil, vallahi değilim ya! Beni tanıyanlar bilir. Kişi neyse odur. Birinin kalkıp ben şuyum, ben buyum demesini anlamlı bulmuyorum.

Burak Arlıel: Canlandırmaların çekimi sırasında çoğu kez yan yana geldik, bunun tartışmalarını yaptık kafa kafaya verip. Birilerinin ortasında vs değil de. Mesela Romanya’da caddelerde yürürken veya VTR’nin başında tekrar başa alıp oyunları seyrederken… Asla “burada konsolosu canlandıran adamın tepkisine şöyle bir kahramanlık katalım” ya da bir Alman askeri girdiğinde “onu şöyle kötü gösterelim” veya “ezilmiş bir Yahudi’nin tepkisi şu olmalı” falan meselesine girmedik. Her şey gerçekte nasıl olabilecekse öyle gösterildi.

Bahadır Arlıel: Ne kadar öyle olmuş olsa bile onu bugün öyle gösteremezsin. Birkaç tane sebebi var benim için. Şimdi dediğinden dolayı söylüyorum. Zaten bu konuda binlerce film, dizi, bilmem ne, belgesel yapıldı. Bu konu, bu anlamda pörsümüş bir konu.

Sinan: Soykırım konusu mu pörsüdü? Türkiye’de?

Bahadır Arlıel: Dünya ölçeğinde söylüyorum. Schindler List! Kaç kişi kurtarıldı? 675 kişi kurtarıldı. Neden kurtarıldı? “Arkadaş benim fabrikamda adam lazım. Bunları bana verin!”  Temel argüman bu değil mi? Elbette bu da iyi bir şey, küçümsediğim için söylemiyorum. “Arkadaş bunlar bana lazım, ben sana burada mal üretiyorum, bunları alma da ben de bunlardan faydalanayım. Sen de faydalan, bu sana yarar” diyor. Filmi yapıyor, Oscar alıyor, çok güzel. Biz burada şu kadar adam kurtarıldı diyemiyoruz çünkü bu bağlayıcı bir şey. Filmde de bunu söyleyemiyorum ama Burak’ın filmde söylediği bir şey var:  İnsanlar ben şu trenle geldim, şu tarihte geldim, şu kadar sayıda tren geldi…

Sinan: Kaç tren var?

Bahadır Arlıel: 8!

Burak Arlıel:  Ama sadece 1944’teki sayı bu… 1944 Şubat-Mayıs arası 8 tren…

Bahadır Arlıel: 1943’te de var trenler.

Burak Arlıel: Mesela Türkiye’nin ilk şehir planlamacısı: Aron Angel!  6 üniversite mezunu müthiş bir adam. 91 yaşındaydı ben onunla tanıştığım zaman. Konsolosluğumuz tarafından uyarılıyor ve meydanda toplanıyorlar. “Konsolosluğun aracını yollayacağım, o araç sizi Paris’in dışına çıkartacak, çünkü Almanlar geliyorlar, yoldalar” diyorlar… Neyse araç geliyor ama ilk gelen grup aracı kaçırıyor. Araç bir daha geri dönemiyor onları almak için. Bunun üzerine 22 gün boyunca Paris’ten Bourdeux’a, oradan Marsilya’ya yürüyorlar. Sonra Aron Bey kendi organizasyonunu yapıyor, gizlice Paris’e gelip trene atlayarak İstanbul’a ulaşabiliyor.

Bahadır Arlıel: Özetle şunu demek istiyorum, 44’teki trenlerin dışında 43’te de trenler var, 4 ya da 6 tane. Bunların belgeleri de var ama başka trenlerle gelenler de var, başka rotalardan trenle Köstence’ye gelip,  Köstence’den gemiyle gelenler de var. Bireysel iki kişi, üç kişi karısını çocuğunu alıp bir şekilde kaçan da var. Ama bizim belgeselde konsantre olduğumuz bu organize girişim. Tren rotasını sana söylüyorum; Paris’ten çıkıyor, Almanya’ya giriyor, Stuttgart, Hamburg, Münich… Bak Almanya’nın içinden geçiyorsun.

Sinan: Eh Zaten harita kıpkırmızı bütün Avrupa’da…

Burak Arlıel: Evet sadece İspanya, Türkiye ve İngiltere yok. Edirne’ye kadar her yer paket.

Bahadır Arlıel: Doğu garından çıkıyor tren, normal tren. Bu trenin en arkasına bir tane vagon iliştiriliyor. Bizim kadro konuyor; pasaportu, belgesi, şusu busu kapısı kilitleniyor. Bir tane de tuvalet. Diyorlar ki “yanınıza öyle fazla eşya meşya almayın”. Ona rağmen alanlar oluyor, onların hepsi yolda gidiyor tabii.. Tren Almanya’nın içinden geçip; Avusturya, Macaristan, Sırbistan, Bulgaristan, Türkiye… Normalde 4 günlük bir seyahat ama 9-12 gün arasında değişiyor; çünkü bombalama oluyor, bekletiliyor, vagon patlıyor. Tuvalet sadece 1 tane… İnsanlar koridorlarda alt alta üst üste…

Burak Arlıel: Yemek yok, su yok, tuvalet yok.

Sinan: Çok konforlu yine de! Toplama kamplarına giden trenleri düşündüğün zaman?

Bahadır Arlıel: Oradan bakınca muazzam tabii! First class! Zaten kimse de durumdan şikayetçi değil. Sadece “nasıldı şartlar?” diye sorduğunda anlatıyor sana bunu… Ama asıl söylemeye çalıştığım şu: trenlerden birinde 60, birinde 90, öbüründe 40, diğerinde 80 kişi gelmiş… Ben 1500 kişi hesaplıyorum ama sen 1000 de, Burak 2000 desin fark etmez. Her türlü Schindler’i geçeriz yani.

Sinan: Bir sürü bilgi ve belgenin içerisine girdiniz. O yazışmalarda diplomatların çabalarına karşılık Ankara’nın tavrı nasılmış

Burak Arlıel: Benim için en ilginç bulduğum belge neydi biliyor musun? Onu bulurum daha sonra, gönderirim sana (Göndermedi bu arada/Reportare) bizim diplomatların gerçekten yoğun baskıları sonucu Alman makamları tarafından verilmiş toplu vizeyi buldum. 52 kişilik. Listesiyle beraber. Abilerin kendi damgaları, mühürleri, nereden nereye gittikleri… Almanca, üzerine Fransızca yazılmış falan. Listenin üzerindeki ilk iki ismin üstünü çizmişler. Orijinalinin üstü çizik. Onları çıkartmışlar, sonra kendi verdikleri vizeyi iptal edip 50 kişiye indirmişler. İnanılmaz bir belge.

Bahadır Arlıel: Burada gördüğün şeyler bizim google’dan bulduğumuz veya aşağıda photoshopta yaptığımız şeyler değil. Bu birebir o tarihteki trende kim geldiyse onun belgesi. Orijinal. Söz gelimi şu belge…  Nejdet Kent isimli diplomatının, senin kendi Marsilya başkonsolosunun, kendi imzasıyla “arkadaş, bu arkadaşları hemen serbest bırak” dediği kâğıt. Adam bunu bana verirken ağlıyordu.

Sinan: Tamam araştırmışsınız kardeşim! Anladık! (Kahkahalar)

Bahadır Arlıel: Sabetaycı biri olarak söylüyorum; bulunduğu kamptan sağ çıkan tek adamın söylediği bu… Ben söylemiyorum, kendisi söylüyor.

Sinan: Anladık, anladık. Asıl soruma dönün: Ankara’nın tavrı?

Bahadır Arlıel: Ankara…  O dönem Türkiye savaşta değil.

Sinan: Evet ve tırnak içinde tarafsız!

Bahadır Arlıel: Tırnak içinde tarafsız. Tarihe baktığında da oldum olası Osmanlı ile Almanlar birlikte iş yapmış. Bu konu ile devam edersek, II. Dünya savaşı esnasında bu konu gündeme geldiğinde senin ülken tarafsız ama bunu ben söylemiyorum;  o dönemin diplomatlarının çocuklarından duyduğumuz, o dönem Türkiye Cumhuriyeti’nin Alman Hükümeti ile olan ilişkileri şimdiki gibi değil, çok daha etkili, çok daha farklı.

Sinan: Nazi Almanyası tarafından bol bol paralar dağıtılıyor Türkiye’de…  Gazetecilere, bir kısım aydınlara, bürokratlara…

Bahadır Arlıel: Bilmiyorum, onunla ilgili araştırma yapmadım. Ama bir 5 yıl daha ver onu araştıralım.

Sinan: “Türkiye’de Faşist Alman Propagandası” Johannes Glasneck… Okuyun bir ara.

Bahadır Arlıel: Bu konu ile ilgili olarak kriptoların bir kısmını görme imkânımız oldu. Bunlar aslında böylesi bir kahramanlığa imkân tanıyor mu tanımıyor mu? Bence tanıyor. Diyor ki söz gelimi öyle bir durum var, 81 kişi gidiyor, bunları ben alıyorum diyor. Bire bir yazışmalar böyle değil tabii de? Durumu belirtiyor Ankara’ya, Ankara’dan cevap bekliyor.

Burak Arlıel: Veya şöyle durumlar da var. Türk Yahudiler de yaşıyor orada; kendi dükkanları, işleri falan da var. Almanlar geldiği zaman bunları alıp el koyup, oraya başka bir abiyi koyuyorlar. Tüm mal varlığı, içerideki paralar, mallar, mülkler yeni gelen insanın oluyor. Sonra yazışmalarda şunlar da ortaya çıkıyor Ankara’dan da destekli olarak. Fransızlara deniyor ki “O halde bu dükkânlara Türk bireyleri koyarsınız, bu insanlar işletirler bu dükkânları… Diğerlerini de Türkiye’ye gönderirsiniz.” Dövizleriyle, paralarıyla beraber tabii… Hayır diyor Fransızlar! Yok öyle bir şey. Öyle bir şeyin ödemesini yapamayız.

Bahadır Arlıel: Çünkü biliyorsun Fransa günlük bir para ödüyor Almanya’ya, Bizi bombalama diye… Vichy Hükümeti!  Bu paranın kaynağına dönmek lazım. Bizim konumuz değil ama. Paris elçiliği ile Ankara arasındaki yazışmaya dair sana bir örnek vereyim, durumu belirten bir yazı gidiyor. Onları kurtar veya kurtarma şeklinde bir cevap gelmiyor elbette… Gelemez. Ne geliyor? Senin Anayasan geliyor! Anayasanın ilgili maddesi geliyor. Ne diyor orada? Türkiye Cumhuriyeti anayasasına göre kimse din, dil, ırk ve mezhepten dolayı birbirinden ayrılamaz…

Sinan: Nasıl yani? Öyle bir cevap mı geliyor Ankara’dan?

Bahadır Arlıel: Tabii.

Burak Arlıel: Doğal olarak, yurtdışındaki Türklere de aynı hak uygulandığı için.

Bahadır Arlıel: Arkadaşım onları bırak veya arkadaşım onları al diyebilir mi sence?

Sinan: Çok enteresan bir yanıt bu?  

Bahadır Arlıel: TC Anayasasının ilgili maddesine atıfta bulunarak cevap veriyor.

Burak Arlıel: Zaten sonradan generallerin karşısına çıktığında bunu ifade ediyorlar.

Bahadır Arlıel: Git 1944’e kafanda…  1923’te Cumhuriyeti kurmuşsun, aradan 20 sene geçmiş. Bütün Avrupa savaşın ortasında, senin durumun ortada memleket olarak ve senin Büyükelçin sana yazı yazıyor “ne yapalım?” Diye… Daha doğrusu “ne yapalım” bile demiyor, “böyle yapıyorum” diyor. Şimdi “hayır kardeşim onları bırak” veya “hayır onları al” diyebilir misin diplomatik olarak? Nötr bir ülke durumundasın bir yandan da. Önemli olan bu alt metinleri okumak… Büyükelçine “TC Anayasası şunu der” diye bir cevap yolladığında zaten Büyükelçin gereğini yapar.

Sinan: Canım bu tamamen yoruma açık bir konu. Büyükelçinin inisiyatifine mi bırakılıyor yani? Herkesin bunu bu biçimde okuması mümkün mü? Hele ki Varlık Vergisi’ni, Aşkale’yi yapmış bir Ankara’dan, Struma’yı kılı kıpırdamadan izlemiş bir Ankara’dan söz ediyorsak? Yani bu bir avuç Büyükelçinin cesaretini vurgulamak istiyorum. Ankara’ya “rağmen” bu organizasyonları yapmak… Asıl cesaret burada bence…

Bahadır Arlıel: Cesaret açısından en iyi örneği az önce Burak söyledi zaten.  Nejdet Kent’in girişimi…  Selahattin Ülkümen’in durumunu anlattı mesela… Konsolosluğun bombalanması savaş sebebi!

Sinan: Hayır, hayır! Aynı yerde değiliz arkadaşlar! Nazilere karşı gösterilen cesaretten bahsetmiyorum sadece. Bu adamlar Ankara tarafından geri çekilmeyi de göze almışlar. Faşist Almanya’nın etkisi altındaki Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, bu adamları geriye de çağırabilirdi…

Bahadır Arlıel: Ankara’nın bunu geri çekmesini bırak. Sen ne diyorsun, adam hale gidiyor, halden böyle iri miri filan böyle Ulvi ile benim ayarımda, daha uzun, mezbahadan adam alıyor, onu alıyor getiriyor, büyükelçilik kapısına dikiyor, diyor ki, buraya Naziler, almanlar gelince onları oyala. Niye? Çünkü bunlar aşağıda kalorifer dairesinde bilhassa, pasaport imal ediyorlar. Kimlik, Türk kimliği imal ediyorlar. Türkiye’den oraya Paris’e yollanan 15000 tane boş pasaport var. Müthiş. Ayrıca o dönem Paris’e eğitim için giden Türk çocuklar var Müslüman.

Burak Arlıel: 200 tane.

Bahadır Arlıel: E bunların kimliklerine pasaport verip gönderiyorlar fotoğrafları değiştirip. Şimdi sen buna istiyorsan politik de, istiyorsan Ankara söyledi de, istiyorsan Ankara söylemedi de. Ne dersen de. Adam bunu yaptı mı, yaptı! Bitti! Ben bunu anlatıyorum sadece. Bunun arkasındaki siyaseti, politikayı bilmem neyi falan ilgilenmiyorum onunla. İlgilenemem… Çünkü ilgilenirsem, ona ayrıca 5 yıl harcamam gerekir. Öyle bir zamanım ve param yok.

Ulvi: İnsanlar size röportaj yaparken “yahu 64 yıldır kimse bize sormadı bu soruları?” demedi mi?

Bahadır Arlıel: Hayır demediler ama “siz kimsiniz, nereden çıktınız?” dediler…

Ulvi: Hiç kimsenin 64 yıldır bu konuya eğilmemesi, bu insanlara mikrofon uzatmaması ilginç.

Bahadır Arlıel: Eh evet ama bu insanlar da “aman birileri gelse sorsa da anlatsam” demiyorlardı…

Ulvi: Saçma sapan bir şey ama bu? Bir de Yahudi Lobisi var hâlbuki…

Bahadır Arlıel: Yahudi lobisi var deyip duruyorsun da, Yahudi lobisi dediğin şey öyle çalışan bir şey değil ki?

Ulvi: Ne bileyim birileri buna fon ayırırdı, araştırır ederdi, film olmazdı da mesela kitap olurdu ne bileyim?

Burak Arlıel: 4-5 sene önce 2006 mıydı 2007 miydi,  Desperate Hours diye bir şey yapılmış. Şimdi Desperate Hours’u izle, bir de bunu izle, ben sana geleyim röportaj yapayım.

“kürt sorununu da anlatmak isterim, gazze dramını da anlatmak isterim. ermeni soykırımını da anlatmak isterim. neden anlatmayayım ki?”

Sinan: Bu arada web siteniz çok güzel. Filmde de, web sitesinden izlediğim fragmanda da etkileyici bir hikâyeyi, etkileyici tekniklerle ele aldığınızı anlıyorum.

Burak Arlıel:  Cannes’da sorulan sorulardan bir tanesi buydu… Canlandırmaların dramatik yapısı neden bu kadar yüksek?

Bahadır Arlıel: E ne olsaydı?

Burak Arlıel: Dinlesene. Ne anlatıyor zaten? Kadın canını anlatıyor sana. Başka türlü nasıl anlatılır ki bu?

Sinan: Evet, daha önce ilginiz, yakınlığınız olmayan bir işe soyundunuz ve bunu bu kadar güçlü bir şekilde, başarılı demiyorum, bu kadar güçlü biçimde anlattınız… Ulvi geçen hafta gönderdi sizin linki bana. Defalarca izledim, çok etkilendim. Ben holocaust ile ilgili bulabildiğim her şeyi okumaya, izlemeye çalışan biriyim. Konunun zaten kendisi ilginç ama sizin anlatımınız özellikle ilginç…  Bir Türk’ün, bir Müslüman’ın konuya bu kadar güçlü hissederek yaklaşması ilginç ve etkileyici…

Burak Arlıel: Bu biraz da tarafsız olmamızdan kaynaklanıyor… 

Sinan: Ama tarafsız değilsiniz…

Burak Arlıel: Çok detaylı çalıştık. Spielberg mesela 5000 adamla oturup röportaj yapmış, bunların hepsini alıp Soykırım Müzesine armağan etmiş. Ama eksik parçayı da biz verdik. Buyurun efendim diye…

Bahadır Arlıel: İsveçli bir şirket filmin 16 ülkedeki haklarını bize verin teklifiyle geldi. Onu bile düşünüyoruz daha.  Yani bizim yaklaşımımız başından beri samimiydi. Ben İsrail’e gittiğimde dayak yemiş gibi çıktım. Adam masaya koymuş gerçeği…

Sinan: Peki bu kadar ağır bir soykırıma uğramış bir halkın başka bir halka zulmetmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ulvi: Onların müzesi yok daha.

Bahadır Arlıel: Onların hikâyesi anlatılmadı henüz.

Burak Arlıel: Belki de bir üçleme yaparız

Sinan: Demem o ki, olay çok katmanlı… Dünden bugüne, bugünden yarına… Ve bugün yıllar önce gerçekleşmiş bir soykırımı araştırırken, onun hikâyesini anlatırken, bugün olup bitenlerin etkisini de hesaba katmak gerekiyor… Yani bugün olup bitenler ile geçmişte olanları birbirinden kesin çizgilerle ayırabilmek, birini anlatırken öbürünü görmezden gelmek mümkün mü?

Bahadır Arlıel: Bunun bendeki tercümesi şudur: tamamı güç ve tamamı kontrol üzerine kurgulanmış sıradan hayatların hiçe sayıldığı bir dünya burası. Bu Yahudi olmuş, Filistinli olmuş, Gazze’li olmuş, Kürt olmuş, bizim Çerkezler olmuş çok önemi yok. Çünkü bütün her şey bunun üzerine bina edildi 20.yy başından itibaren. Buna istersen emperyalizm de, istersen yenidünya düzeni de, her 20 yılda bir yeni bir isim bulunuyor, getiriliyor falan ama düşün; meşhur –izmler, komünizmler, faşizmler ne kadar sürüyor ki yeryüzünde? Ama asıl olan şeyler var, hem insani olarak tabi olmak zorunda olduğun, hem kitaplarda da yazan, hatta bırak kitapları, git Hindistan’a, Japonya’ya… Bunlar esaslar ya, adam ol, yalan söyleme, dürüst ol, öldürme. Çok belki karşılamaz ama zina yapma. Bunlar zaten evrensel değil mi? Senin bunu bir ülkeyle, bir –izmle, bir düşünceyle tercüme etmene gerek var mı? Bu dünyada yaşıyorsan, nefes alıyorsan ve bir etkileşim içindeysen zaten bunlar senin önceliklerin. Temel insani ihtiyaçlarını giderirken bunlar da yanı sıra muhafaza ediliyor olmalı ki sen bir değer ifade ediyor ol. Bırak başkasını, kendi adına. Şimdi biz bunun üzerine konuşuyor olmalıyız. Bizim başka bir perspektifimiz olamaz. Başka bir perspektife girdiğin zaman evet, güncel olursun. Ama benim güncel olmak gibi bir derdim yok ki? Çünkü bu evrensel bir hadise bence… Bu evrensel hadiseyi ne kadar insanlara dokunmadan alıp önlerine koyabilirsen o kadar değerli. Öbür tarafı manipülatif. Şimdi benim manipülasyon yapma gibi bir lüksüm yok. Çünkü ben iyi kötü hem birey olarak hem iş manasında, 20 yıllık backgroundumu “hee herife bak lan, manipülasyon yapıyor şerefsiz” dedirtecek işlere tahvil etmem. Ayrıca 5 yılımın da bununla tercüme edilmesine izin veremem.

Sinan: Evrenselleşme şansı bulamayacak kadar sermayeden yoksun olan başka hikâyelere de ilginiz olacak mı?

Bahadır Arlıel: Olacak ama finansman bulduğum sürece! Çünkü boyumun ölçüsünü aldım.

Sinan: Evet ama finansman bulmadan 5 yılını vermişsin bu konuya?

Bahadır Arlıel: E İşte o bir kere olur hayatta.

Sinan: Mesela Ermeni soykırımı hikâyesini de anlatır mısın?

Bahadır Arlıel: Anlatabilirim tabii?

Burak Arlıel: Neden anlatmayayım ki?

Bahadır: Kürt sorununu da anlatmayı çok isterim. Veya dönelim Gazze’ye… Filistin için de benzer çalışmayı yapabiliriz. Ama bu zaman, hazırlık, çalışma, maliyet gerektiren bir hadise. Ha ama ben, ekip, Burak bu projenin hak ettiği değeri aldığına inanırsak, paradan söz etmiyorum, o zaman devam ederiz…

Ulvi: Cannes’da neler oldu abi?

Sinan: Dur belki yeterince tiksinmemiştir benden! Bu hikâyenin sonunda bana özet bir cümle verir misin?  

Bahadır Arlıel: Tabii… Burada yazıyor. Yıllar önce belirledim, motto budur: “kötülüğün başarılı olabilmesi için iyilerin hiçbir şey yapmaması gerekir”… Beni bu işe ikna eden laflardan biri budur. Neden diyorsan, o da burada yazıyor. Ben söylemiyorum Kur’an ve Tevrat söylüyor. “Bir insanı kurtaran, tüm insanlığı kurtarmış sayılır” diyor. Bunu her iki kitapta da gördüğüm anda, bütün fikri bu söylemin üzerine inşa etmeye karar verdim. Burak “hadi len” dedi ama “bak burada yazıyor” dedim ve açıp Maide Suresini gösterdim…

Sinan: “Yahudilerden dost edinmeyin” de diyor Kur’an?

Bahadır Arlıel: Yok ama şimdi benim kitabıma laf etme. Ama şunu söyleyeyim. Bu içerik, birebir tercüme değil tabi, bu İngilizcesi. Birebir bu değil ama mealen bunu söylüyor. Şimdi bunu ister beğen, ister beğenme, üst paragrafta başka bir şey söylüyordu falan istediğin gibi yorumla ama beni ilgilendiren tarafı bu…

Sinan: Buyrun Ulvi Beyciğim ışıltılı Cannes konusuna girebilirsiniz…

“cannes’da film gösterildikten sonra dakikalar süren alkış tufanı koptu. sağa sola koşuşturmaktan cannes’ın o ışıltılı karelerini görme şansımız olmadı.”

Ulvi: Oh be! Cannes’da ne oldu abi?

Bahadır Arlıel: Dur lan! Cannes’a nasıl geldik, daha filmi çekemedik be!

Burak Arlıel: Bak şu oldu! Çok heyecanlıydım, müthiş heyecanlıydım. Abim biliyor, dalga da geçti, ben çok heyecanlıyımdır. İçeriye girdik, hiç tanımadığım 250 tane insan oturuyor. Çıktık, konuşuldu, konuştum, alkışlandı, hadi dediler buyurun oturun. Oturduk fakat heyecandan öleceğim. Başladı film, hala acayibim. Bakıyorum, gözlerim doluyor, yanımda Mina Özdoğancı oturuyor. Her 38 saniyede bir dönüyor, “harika yapmışsınız” deyip duruyor. Böyle ilginç bir durum… Abi filmin sonuna geldik, filmin sondaki yazısı çıktı, kredilerin akmaya başlayıp ulaşım kısmına geldiği yere kadar 10 dakika boyunca ayakta alkışladılar ve salonun yarısı ağlamıştı. Ve ben aynen şöyle oldum, “ah!” Bitti yani! Çekim zorlukları, montaj zorlukları,  senaryo yazımı, araştırmalar, okuduklarım, tercümeler, onlar, bunlar, yaptığımız kavgalar vsler falan… Buyurun işte burada oturuyorlar, 250 kişi… Ne ben onlar tanırım, ne onlar beni tanır…  Ne onlar Türk, ne ben Fransız’ım… Bu Cannes festivalinin ruhunda olan en büyük özellik! O salonun içerisinde bulunan insanlar seyrettiklerinden hoşnut değillerse yuhluyorlarmış…  Ha beğenenler alkışlıyor, alkışlayanlarla beraber diğerleri yuhluyor veya bir diğer festival salonuna giriyorsun 5 kişi oturuyor, diğerine gidiyorsun 15 kişi var içeride. Bunlar da çok önemli kriterlermiş ben de ilk defa öğreniyorum bunları. E hayatım boyunca Cannes’da değildim ya?

Sinan: Cannes’da olmak nasıl bir şeydi Bahadır?

Bahadır Arlıel: Valla çok etkileyiciydi! Tuhaf bir dünya bizim açımızdan. Biliyorsun, Cannes sadece bir sinema festivali olmanın ötesinde, aynı zamanda bir market. Kendi içerisinde ikili bir yapı… Yarışma bölümü var, market bölümü var. Nuri Bilge Ceylan yarışma bölümünde ortalığı sallıyor biliyorsun. 1995’ten beri Cannes ile ilişkisi olan bir yönetmen. Biz filmi festivale yolladık ama Cannes’da “belgesel kategorisi” yok. Filmi yolladıktan sonra bize yarışma kategorisi dışında, “özel gösterim” bölümünde yer vereceklerini bildirdiler.

Sinan: Özel davet aldınız yani?

Bahadır Arlıel: E tabii, yoksa nasıl gideceksin ki? Ben geldim Cannes’a, filmimi göstereceğim diye olmuyor ki?

Sinan: Nasıl bir işleyişin sonunda geldi peki bu özel gösterim daveti?

Bahadır Arlıel: Şöyle; herkes filmlerini yolluyor. İşte sinema filmiydi, kısa filmdi, belgeseldi… Organizasyon bunları alıp inceliyor, değerlendiriyor ve hangi filmlerin hangi kategoride yer alacağını duyuruyor. Tabii büyük ölçüde “ilişkilerin” devrede olduğunu tahmin ettiğim bir süreç bu. Mesela Sarkozy’nin eşinin oynadığı film açılış filmiydi. Yani ilişkiler üzerinden nasıl yürüdüğünü anlatmak için veriyorum bu örneği…

Sinan: Sizin böyle bir lobiniz de yok?

Bahadır Arlıel: E durum ortada! Robert De Niro başkan. Jüriyi biliyorsunuzdur. Böyle bir yapı… Bu yapının içinde bir de film-market kategorisi var. Bu film markette hem dünyadaki neredeyse bütün ülkeler, hem de ülkelerin yapım şirketleri veya dağıtıcılar veya satış ajanslar vs, bireysel veya grup halinde orada standlar açıp ya kendi ülkelerini bu anlamda promote etmeye yönelik tanıtımda bulunuyorlar veya film şirketleri film satıyor- film alıyor.

Sinan: Özel gösterim kararını kim alıyor peki?

Bahadır Arlıel: Biz bakıyoruz buradan web sitesine, “aa bizi almamışlar hmmm” diye üzülüyoruz. Burak buhran geçiriyor falan. Yani Cannes film festivalinde bizi yarışma veya yarışma dışı bölümde seçmediler diye üzülüyor. Ben de “oğlum sen manyak mısın, ne üzülüyorsun?” diye kızıyorum ona. Aradan 10 gün geçiyor, diyorlar ki “arkadaşlar biz sizi film market tarafında özel gösterime davet ediyoruz”.

Sinan: Açıklığa kavuşması için söylüyorum. Sonuçta Cannes Organizatörleri binlerce film arasından sizin filminizi de izleyip, değerlendirip, o binlerce film arasından seçerek özel gösterime değer bulup sizi davet ettiler… Öyle mi?

Bahadır Arlıel: Aynen öyle. Binlerce film! 10 günlük bir festival bu…  Ve bu 10 gün boyunca yarışma kategorisi, yarışma dışı kategori, short film cornerı gibi özel gösterimlerin de yapıldığı bir bölüm var. Her gün 3-4 tane, aynı İstanbul film festivali gibi; nasıl sabahtan başlarsın, akşama kadar 3 tane 4 tane film izleyebilirsin bu da böyle… İşte malum “kırmızı halı” vs film marketinin olduğu o meşhur bölüm var. Bir de özel gösterimler için ayrılmış 2 sinema salonu bulunuyor.

Sinan: Bu özel gösterim kapsamında kaç film gösterildi aşağı yukarı?

Bahadır Arlıel: Sanıyorum 2 salonda toplamda günde 20 film gösteriliyordu… Mesela bizim filmimizin gösterildiği 18 Mayıs Çarşamba günü, 3 salonlu Star Sinemasında toplam 16 film gösterildi. Özel gösterime tahsis edilmiş 2 sinemadan biri Star, öbürü Olympia… Star’ın 3, Olympia’nın 4 salonu vardı…

Sinan: İlgi nasıldı peki sizin gösterime?

Bahadır Arlıel: Salonun tamamı doluydu. Yerli ve yabancı 25 gazeteci vardı. Tabii pek alışkın olduğumuz bir durum değil bu. Kamera arkasında olmak iyi de, böyle kameraların karşısında olunca geriliyor insan.

 Sinan: Smokin mi giydiniz?

Bahadır Arlıel: Hayır kıyafet zorunluluğu yoktu o yüzden biz öyle tavşan gibi dolanmayalım ortalıkta diye takım elbise giymeyi tercih ettik. İlk defa gelmiş, görgüsüzler gibi, sünnet çocukları gibi dolaşalım istemedik. Çok lüks mağazaların olduğu bir caddeydi salonun bulunduğu cadde… Gösterimin başlamasına az bir süre kala gittik. Her yer kalabalık, insanlar kaldırımlara yığılmış, fotoğrafçılar, kameralar. Sinemanın önündeki o kalabalığı görünce bir anda dondum kaldım. 20 dakika kadar fotoğraflar çekildi falan. İçeride konuşmalar yapıldı ve ardından Burak plaketini aldı. Filmi izledik, alkış kıyamet. Sonra salondan çıkıp Crosset denilen caddeye geçtik. O kadar alem bir durum ki, takım elbise giymiş birinin fotoğrafı çekildiğinde, sokaktan geçen herkes bir anda yığılıp fotoğraf çekmeye başlıyor. “Bunun fotoğrafını çektiklerine göre herhalde meşhur biridir, biz de çekelim” diye… (Kahkahalar). Eh Burak hayli meşhur oldu orada…

Sinan: Ee Burak? Kızlar nasıldı?

Burak Arlıel: “Aaayyy” demek istiyorum! (Kahkahalar) Çok ilginç ya oradaki o parıltı, patırtı! Girerken, çıkarken valla “I like your style” falan diye diye beni bitirdiler. Ben şimdi biraz da kafanı karıştıracak başka bir durum doğurabiliyorum, farklı sonuçlar da çıkıyor. (Burada bıyıklarını burarak önce yukarı doğru kaldırıp Jön Türk bıyığı yapıyor, ardından aşağı doğru sarkıtıp Ülkücü bıyığına dönüştürüyor) (Kahkahalar)

Sinan: Ortamı anlatın biraz

Burak Arlıel: Kafanı ne tarafa çevirirsen üzerinde pembe “pres” kartları olan, kocaman fotoğraf makineleri ve kocaman flaşlı olan binlerce gazeteci var, daha ne diyeyim?

Bahadır Arlıel: 4500 tane gazeteci akredite olmuş, 350 tane televizyon kanalı akredite olmuş. Düşün artık.

Sinan: Tamam evli barklısınız da konuyu çevirip durmayın. Kızlar dedim!

Burak Arlıel: Beni en çok üzen şey bu oldu. Hiç kimseyi göremedim yahu! Arkadaşlarımın hepsi TV’den izlemişler. İşte Kırmızı halıyı falan izlemişler, Banderas’ından Foster’ına kadar hepsini görmüşler. Bense oraya kadar gittim kimseyi göremedim! Çünkü sürekli olarak hadi şimdi buraya koşturuyoruz, hadi şimdi de buradan oraya gidelim, öbür tarafta Kanada bilmem nesi bilmem ne yapmış, ona git, buna git, salona git, galayı yap, partiyi yap, adamlarla yemeğe çık, konuş, et, derken bir kişi bile göremedim halının üstünde. Halının kendisini gördüm ama…  Önünde fotoğraf çektirdim. O halı üzerinde yürüyenlerin, o caddelerde partilere koşuşturanların pırıltısından gerçekten abandone oluyorsun. Çünkü ağabeyler takım elbise papyonlu, hanımefendiler gece kıyafetli. Gece kıyafeti ama burada gece dışarıya çıktığımız zaman göremeyeceğimiz gece kıyafeti.

Sinan: Hepsi marka tabii?

Burak Arlıel: Markalar zaten havalarda uçuşuyor! Rolce Royce’lar filo halinde insanları getiriyor.

Bahadır Arlıel: Ve daha bunlar Brad Pitt falan değil, onlar nasıldır kim bilir? Ama bir de bunun yanında Afrikalılar vardı mesela. Hani metro çıkışlarında saat satarlar falan. Bunlar da fötr şapkaları almışlar, ellerinde çeşitli objelerle dolanıyorlardı.

Sinan: Çok namuslusunuz ya! Israrla kızlar meselesinden uzaklaşıyorsunuz?

Bahadır Arlıel: Yahu çok yoğunduk! Yoksa istemez miyiz? (Kahkahalar)

Ulvi: 5 yıl kendini harap ettin, maddi olarak ta senin deyiminle “kıçına kaçtı”. Cannes’a da gittiniz. Peki bunların geri dönüşü ne olacak?

Bahadır Arlıel: Geri dönüşü ile ilgili iki tane temel strateji var: Birincisi filmin dünyada vizyona girmesi. Filmin sinemaya girmesi ancak büyük bir vizyon planının parçası olursa mümkün ve geçerli… Çünkü bu tür riskli işlerde sinemaya girmek para kaybı biliyorsun. Ama bunun avantajı da var. Sinemaya girdiğin için bir rüzgâr yaratıyorsun. O rüzgârla 10 Euro’ya satacağın şeyi 12 Euro’ya satabilme durumun oluşuyor TV’lere… Şimdi sinemaya girip girmeme konusunu muhtelif kanallarla, uluslar arası dağıtıcılarla görüşüyoruz. Türkiye’deyse sinemaya girme konusunda bir takım bağlantılarımız sürüyor.

Sinan: Vizyona girecek mi film?

Bahadır Arlıel: En iyimser ihtimalle Şeker bayramı sonrasında, okulların açılmasını takip eden süreçte mümkün olabilir. Zaten Ağustos Ramazan, e bayramdı, okulların açılmasıydı derken vizyon startı için Ekim ayını hedeflemek daha doğru olacak.

Sinan: Kaç salonda gösterilmesini planlıyorsunuz peki?

Bahadır Arlıel: Abi bu soruya şimdilik cevap verebilmem mümkün değil. Kaç salondan ziyade, vizyona girsek mi girmesek mi diye düşünüyoruz. Bu kararı tek başına veremiyorsun sonuçta. Dağıtıcılar var, salonlar var… Hep birlikte düşünülüyor bu işler.

Sinan: Başka bir festivalde gösterilecek mi peki? Ya da başka ülkelerde?

Bahadır Arlıel: Bize gelen talepler şöyle: Paris’te, Brüksel’de, Washington’da birer gala yapalım. Avustralya’da da Melbourne ve Sydney’de de özel gösterimler yapalım şeklinde 5 davet aldık şu ana kadar.

Ulvi: İsrail’den var mı davet?

Bahadır Arlıel: Henüz yok. Ama Haifa Film Festivali’ne yollayacağız, o kıymetli bir festival. Onun dışında 15-20 festivale de biz yolladık filmi. Bekliyoruz.

Sinan: İstanbul Film Festivali’nde gösterilecek mi?

Bahadır Arlıel: Henüz bu konuda bir girişim yok. Ama Türkiye’deki festivalleri tabii ki takip edeceğiz. Çok önem veriyoruz buna…

Ulvi: Özel bir PR çalışması yapılmadı sanırım?

Bahadır Arlıel: Hayır.

 Sinan: Neden?

Bahadır Arlıel: Param yok diyorum arkadaşıııım! (Kahkahalar) Türkiye’de sinemaya girmenin parasal geri dönüşü yok ama prestij açısından önemli. Can Dündar’ın Mustafa’sı ve Tolga Örnek’in 1-2 çalışması dışında vizyona girmeyi başarmış belgesel olduğunu zannetmiyorum. Ama açıkçası filmin yapımcısı ve yönetmeni olarak bu filmin vizyona girmesini çok istiyor olmamın dışında filmin vizyona girmeyi hak eden bir iş olduğunu düşünüyorum. Ama tabii ki bu aynı zamanda maliyet meselesi… Varsayalım 50 kopyayla gireceğiz, bunun bile bir maliyeti var.  Kolay değil, buna yönelik bir PR- reklam çalışmasının sürdürülmesi gerekir. Benim hesabıma göre filmin vizyona girebilmesinin maliyeti 200-250 bin Doları bulacak… Bu paranın bulunması ve sonra da geri dönmesi lazım…

Sinan: Prodüksiyon maliyeti ne tuttu?

Bahadır Arlıel: 1.5 milyon dolar.

Sinan: Sponsor yok, param yok diye ağlıyorsun ama 1.5 milyon Doları da dökmüşsün maşallah! Zengin adamsın? Aileden mi geliyor? (Kahkahalar)

Bahadır Arlıel: Hayır efendim ne zenginim ne de aileden gelen varlığım var. 20 senedir çalışıyorum. Ama isterdim varlıklı olmayı. Bu maliyetleri karşılayarak sinemaya girebilecek güçte olmayı isterdim. Tamam, siz beğendiniz, böyle konuşuyoruz ama insanların sinemaya gitmesi, bu filmi izlemesi lazım ki bu yatırım geri dönebilsin.

Sinan: Açıkçası gişe şansı fazla olmayabilir ama çok prestijli bir iş…

Bahadır Arlıel: Valla 5 yılın sonunda, bu kadar emek verdikten, yaptığım işe bu kadar özen gösterdikten sonra şimdi sırf vizyona girmek adına yapılacak bir reklam operasyonu ile tartışmalı hale getirmek istemem. Biliyorsunuz, işin reklam boyutuysa eğer oturup 1 haftada bu filmi “konuşulur” hale getirmek mümkün… Ama ben 5 yıllık emeğime bunu yapamam…

Sinan: Fakat bu 5 yıllık emeğin de bir biçimde değerlenmesi, hak ettiği ilgiyi görmesi lazım?

Bahadır Arlıel: Ama bu kadar zaman konuya odaklanarak, samimiyetle yaptığım bir şeyi vizyona çıkacağım diyerek “bunun şurasını manipüle edeyim” ihtirasına kurban edemem. İstedikten sonra başka türlü bir pazarlama stratejisi belirlenir, mevzu dini boyuta da çekilir, milli boyuta da çekilir, hamaset de yapılır, sansasyon da yaratılır… Bu mudur yani?

Sinan: Bu kadar “esnek” olduğunu zannetmiyorum?

Bahadır Arlıel: Tabii ki değilim. Hiçbir zaman böyle bir hedefim olmadı zaten. Asla! Öyle olsaydı bu filmi de yapmazdım…

Sinan: Yapım sürecine ilişkin anlatmak istediklerim var diyordun?

Bahadır Arlıel: Evet! Öldürdü bizi o süreç. Filmin akışının bile belli bir noktaya gelmesi 1 yıl sürdü. Neyi çekeceğimizin kararını vermemiz gerekiyordu. Bütün bu çalışmaları Burak muazzam biçimde yaptı ekibiyle birlikte. Çekim aşamasına gelene kadar her aşamada işte 5 bin Euro lazım, hadi bulalım. İşte 10 bin Euro lazım hadi bulalım diyerek geldik. Ama artık filmi çekeceğiz! Oyuncusu var, kostümü var,  mekânı, objesi var, kamerası var, ışığı var, sesi var, her haltı var…  Bu arada Burak, Niko ile birlikte (kulakların çınlasın Nikolaus Dikos) Romanya’da çekelim demesin mi? Siktirin gidin dedim tabii ki! Sonra Burak kalktı Romanya’ya gitti mekân seçimi için…

Burak Arlıel: Müdahale etmem lazım burada. Mekân arıyoruz. Döneme uygun olmalı, Arnavut kaldırımları, binalar vs…  Kalktım Beyoğlu, Asmalımescit, Galata her yeri dolandım.  Sokağa giriyorsun, çok güzel! Cenevizliler yapmış, şahane! Ama peki dış üniteleri ne yapacaksın? Tabelalar, ışıklandırmalar, havalandırma üniteleri. Duvarlara yazılmış yazılar. Hadi duvarları boyarsın da… Post-prodüksiyonda ağlarsın bu sefer dış üniteleri nasıl temizleyeceğim diye… Çıkamadık işin içinden… Birkaç sene önce bir proje için gitmiştim. Macaristan, Litvanya, Romanya dolaşmış, araştırma yapmıştım. Romanya’daki stüdyoları da araştırmıştım bu arada. Hollywood’dan pek çok proje bu stüdyolarda çekilmiş. Gidiyorsun adam sana “ne lazım?” diye soruyor. Almanların tüfekleri, tabancaları, kostümleri ne istersen! Sadece kostüm depoları 50 m. Derinliğinde! Conan’dan Cin Ali’ye kadar herkesi giydirebilirler, o kadar yani!

Bahadır Arlıel: Röportajlar bitip canlandırmaları çekeceğimiz, yani işin %60 lık bölümünü yapacağımız noktada Burak “gel bunu Romanya’da çekelim” dedi…

Sinan: Sen ne dedin peki?

Bahadır Arlıel: Siktir git dedim, ne diyeceğim? Sonra 290 bin Euro gibi bir maliyet geldi…

Sinan: Kaç gün sürdü çekimler?  

Bahadır Arlıel: 20 gün.

Burak Arlıel: Evet 20 gün bilfiil Romanya’da kaldık.

Sinan: Cast Türk müydü?

Bahadır Arlıel: Hayır 5-6 kişi buradan gitti, gerisi oradan. Bir kısmı buradan geldi, 5-6 kişi buradan geldi, diğerleri oradan…

Ulvi: Bir tek Romanya değil, sonra İzmir’e gittiniz.

Bahadır Arlıel: Evet. O fasıl da bir alem! Romanya çekimleri şu bu derken, bir yandan tren sekansları çekilecek. DDY ile temasa geçtik. Devlet Demir Yolları muazzam destek oldu bize. Otodrezen diye bir alet var, rayın üzerinde bağımsız hareket eden vagonumsu bir alet. Burak, ekibiyle birlikte bu aletle İzmir’den yola çıkıp Adana’ya gitti… Günlerce…

Burak Arlıel: 3 kere gittim!

Bahadır Arlıel: İzmir’den Adana Pozantı’ya gitmekten söz ediyorum. Kat ettiğimiz yol Hollanda’dan, Belçika’dan büyük! Geldi, fotoğrafları gösterdi. Bomba! Şahane! Bu arada Romanya sürüyor, para gönder, para gönder! Neyse Romanya faslı bitti, çektik bitirdik…

Burak Arlıel: Tabii sadece stüdyoda çekmedik Romanya’da. Bükreş’te şu an müzeye dönüştürülmüş, 50’li yıllarda faal biçimde kullanılan bir cezaevinde de çekim yaptık. Bir tarafı hala cezaevi olarak kullanılıyor gerçi… Ciddi izin süreci var. Sol tarafta abiler pencereden bakıyorlar, futbol oynayanlar tellerin oraya gelip bakıyorlar “bunlar ne yapıyor” diye… Sağ tarafta ise müzeye dönüştürülmüş yapı…

Bahadır Arlıel: Sonra bir takım özel izinlerle saraylarda şurada burada çekimler yaptık… Sonra buraya dönüldü ve işte Muhtar Kent röportajını çektik Adile Sultan Korusu’nda, Sait Halim Paşa’da… Bension’u çektik bu arada… Kulakları çınlasın çok desteği oldu bize… Ovadia’nın da ilk başlarda çok desteği oldu.

Sinan: Neden sadece “ilk başlarda?”  

Bahadır Arlıel: Çünkü sonradan Bension devreye girdi. Başından beri Naim Bey vardı zaten. Jacques Camille ile çektik, Albert Hason ile çektik. Hani sormuştun ya, seni etkileyen şeyler neydi diye… Mesela Hason’u babası Paris’ten trene bindiriyor. Bindirirken öpüyor. Babasının bıyıkları var. Hason anlatırken “babamın yanağımda bıraktığı öpücüğün nemini ve bıyıklarının batmasını hala hatırlıyoru” diyor… Çünkü bu, babasını son görüşüymüş…

Burak Arlıel:  Bizi öldüren şeylerden biri budur…

Bahadır Arlıel: Bana neden yaptın diye soruyorsun… İnsanlar bunları bilsin diye…  Neyse, süreci anlatıyordum… Trenden söz ediyordum… Tren gerektiğinde Devlet Demir Yollarını arayıp “hayatım bana tren lazım, şöyle güzelinden 4-5 vagon, bir de çekici lazım” diyemiyorsun tabii… 1940’lı yıllara ait bir tren lazım! Bir tane buharlı lokomotif var ama o da müzede… “abi lokomotif yok” diyorlar bana… Ne demek tren yok yahu? Film çekeceğiz! Haftalar süren uğraşmaların sonunda 4-5 vagon tahsis ettiler bize. Tren Ankara’da. Ekip gitti buradan. Orada yatıp kalkarak treni baştan aşağı söktüler. Sadece metali kaldı. Sonra bütün iç dekorasyon döneme uygun biçimde yenilendi. Apliğine kadar. Dış cepheler üretildi. Kamera topshot yapabilsin diye sistem kurduk. Vagon aralarını kamera geçecek biçimde açtık. Vahit Yazıcı ve ekibi orada yattı kalktı her şeyi hazırladı. Ama iş lokomotife geldiğinde, yok deniyor! Olacak şey mi? Bana ne gidip müzeden çıkartın o zaman dedim ekibe!

Burak Arlıel: Abi Romanya’da buldum bir lokomotif. Gerçi o da müzedeydi. Abim kabul etmedi. Müzeden çıkartıp rayların üzerine koymak için sadece 25.000 Euro istediler. Kabul etmedi.

Bahadır Arlıel:  Devlet Demir Yolları’na anlattık derdimizi. İşte Müzede var bir lokomotif. Alırdın alamazdın, sağolsunlar, çıkardılar müzeden. Önce bir raya koyup çalıştırdılar ki bakalım çalışacak mı? Çalıştırıldı, 48 saat boyunca çalıştırıldı alet. Bakıldı ki çalışıyor. Şimdi elimizde 4-5 vagonumuz, bir buharlı lokomotifimiz, 200 e yakın oyuncumuz, 80 kişiye yakın ekibimiz, malzememiz var… Buna bir de diesel itici verirseniz bunlar İzmir-Alsancak garından Adana-Pozantı garına gider. Dura kalka…

Burak: Daha önceden ben o yolu yaptığım için biliyoruz nerede ne çekileceğini… Ben önden gidiyorum dieselle. Makinisti, asistanı, kameramanı herkes apartta bekliyor. Bir yer görüyorum, beğeniyorum “hah durun burada” diyorum. Dur değdim şey 580 ton! Tabii Burakcığım diyor zart diye duruyoruz, beğendim durun dediğim yerden 600 metre ileride. Geri geri geliyor, arka tarafa makasçı iniyor. Yeni olan kısmı söküyor… Bizim tren geri gidiyor. Basıyorum telsizde mandala “Naci abi çalıştır” diyorum, Naci abi treni çalıştırıyor ve geçiyor tren. Naci abi soruyor “oldu mu Burakcığım?”. “Abi bu duman bana yeterli gelmedi, bir daha yapalım” Haydi bir daha geriye… Fazlı abi biraz daha kömür at! Tabii Burakcığım! Adamın işi bu! 18 sene kömürü alıp kazana atmış. Hadi abi biraz daha! Biraz daha! İnanılmaz bir çalışmaydı!

Bahadır Arlıel: Tabii lüksleri de vardı Burak’ın. “Beyaz buhar yapalım”. Çünkü hava şartlarına göre trenin dumanı bazen siyah bazen beyaz çıkar. Daha neler neler! Rica ettik Uğur’dan Adana’ya helikopter geldi. Bazı çekimleri helikopterle yaptık. İstanbul’da İstanbul Erkek Lisesi’nde o zamanki büyük elçilik iç planlarını çektik. 2006’dan 2010 Eylül ayına geldik böylece… Nisan ayına kadar post sürdü. Cemal abinin, Cemal Noyan’ın desteğini unutamam…  Bir miktar ABT’den, bir miktar Sinefekt’ten destek aldık. Fida Film laboratuar ve ses konusunda destek verdi. Ardından Dolby lisansını aldık. Sinemaj’da alt yazıları hallettik. Filmi 35’e basman gerekiyor. Cihan abinin orada bastık. Dolby olması şart! Dolby Londra’daki adam dedi ki “şu ana kadar Dolby lisansını en hızlı alan şirket sizsiniz, bravo”. Yarım günde aldık! Güneş zıplayıp Paris’e uçtu filmi teslim etmek için. İşte Cannes süreci vs hepsi böyle yaşandı ve bitti…

Sinan: Her şey bittiğinde ne hissettiniz? “Tamam budur” mu diyorsunuz?

Bahadır Arlıel: Evet bence budur.

Burak Arlıel: Cannes da hissettiklerimi söylemiştim ya az önce… “Oh” dedim… Evet doğru yaptım, iyi yaptım, güzel yaptım, elimden gelenin en iyisini yaptım…

Ulvi: Peki bundan sonra?  

Bahadır Arlıel: Artık bir çıta koyduk. Bundan sonra bir şey yapacaksak, minimum bu seviyede olmak zorunda…

Ulvi: Yine bir belgesel mi yoksa kısa film mi?

Bahadır Arlıel: Hayır Kısa film değil.

Burak Arlıel: Çok farklı, çok büyük anlam içeren bir drama olabilir.

Sinan: Sinemada mı ilerlemeyi düşünüyorsun Burak?  

Burak Arlıel: Evet

Sinan: Ya sen Bahadır?

Bahadır Arlıel: Evet. Asıl faaliyet alanımdan geri adım atmadan, bunun yanına ilave faaliyet alanı üretmek üzere ancak motive olabilirim.

Sinan: Ama bu bir “hobi” değil sanırım… Dolayısıyla bir yandan bu işletmeyi yürütüp bir yandan bu işleri yapmak çok zor olmalı?

Bahadır Arlıel: Tabii hobi değil bu… Kolay değil…

Sinan: Nasıl bir çalışma ilişkiniz oluştu bu süreçte?

Burak Arlıel: O bana para veriyor ben çekiyorum.  Tamamen bunun üstüne kurulu ilişkimiz var! (Kahkahalar) Her şeyiyle birlikte oturduk, düşündük, yazdık çizdik ve baş başa verdik…

Bahadır Arlıel: Burak beni çok yönlendirdi, ben de onu belli noktalarda yönlendirdim. Birbirimizden beslendik. O yönetmen olarak bazı şeyleri farklı görüyordu ben yapımcı olarak, finansmanı düşünmek zorunda olan biri olarak farklı noktadan bakıyordum. Zaman zaman çatıştık, zaman zaman birbirimizden beslendik, ben onu dinledim, o beni dinledi… Karşılıklı bir anlayış zemininde ilerledik.

Sinan: Peki arkadaşlar, elinize emeğinize sağlık. Sizi çok yorduk ama sohbetimiz burada sona erdi.

Ulvi: Teşekkür ederiz zaman ayırdınız bize…

Bahadır Arlıel: Biz teşekkür ederiz! Umarım anlatabilmişizdir ne olduğumuzu, ne olmadığımızı…

BİTTİ

Önceki İçerikKürar: İyiliğin ve Kötülüğün Sessiz Sesi
Sonraki İçerikDijital: Trend Değil Gerçeklik!
1966, İstanbul doğumlu. Marmara Üniversitesi, Basın-Yayın Yüksek Okulu,Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Bölümü’nden mezun oldu. Aynı üniversitenin Radyo ve Televizyon Bölümü’nde yüksek lisans yaptı ve doktora çalışmasına devam etti, tez aşamasında ayrıldı. 1984-1989 yılları arasında, bir yandan okurken bir yandan Toros Mühendislik şirketinde İthalat ve Pazarlama Müdürü olarak görev yaptı. , yine aynı yıllar arasında UNESCO’ya bağlı, kar amacı gütmeyen uluslararası programlara sahip “The Experiment In International Living in Turkey”de Program Koordinatörlüğü görevini yürüttü. 1991 yılında Şeker Sigorta’da Reorganizasyon, Pazarlama ve Reklam Müdürü olarak mesleki kariyerine başladı. 1993 yılında Oyak Sigorta’da Reklam Müdürü olarak görev aldı. Dream Design Factory’de 7 yıl Genel Koordinatörlük, (dDf'teki son 3 yılında dDf’nin yan kuruluşu olan dda, Dream Design Advertising’de Müşteri İlişkileri Direktörlüğü) Capital Events’de 2 yıl Genel Koordinatörlük görevlerinde bulundu. 2003 yılında X-event’in kurucu ortaklarından biri olarak, şirketinin genel koordinatörlük görevini üstlendi. 2005-14 yılları arasında Farkyeri Reklam Ajansının Kurucu Ortakları arasında yer aldı. Ulusal ve uluslararası müşteriler için yüzlerce başarılı projeyi hayata geçirdi.Reklamcılık ve Etkinlik Yönetimi alanlarında bir çok ödül aldı. İstanbul Modern Sanatlar Galerisi’nde Yönetim Kurulu üyesi olarak görev yaptı. Doğrudan Pazarlama İletişimcileri Derneği Genel Koordinatör olarak görev yaptı. Çeşitli kitap projelerine katkıda bulundu, çeşitli dergi ve gazetelerde yazı, araştırma ve makaleleri yayınlandı. Halen bir çok ajans ve markaya danışmanlık vermektedir. TTNet'in "Yaratıcıya Destek, Yaratıcı Ekonomiye Destek" projesinin eğitmenlerinden oldu. 2006-2011 yılları arasında Bilgi Üniversitesi, Reklamcılık Bölümü’nde, “Etkinlik Yönetimi” dersleri verdi. Fenerbahçe Kulübü, Yüksek Divan Kurulu Üyesidir Specialties: Advertising, Event Management and Marketing, Special Project