EbruliMuharrem: Asi Ve Aşık

0
225

Londra seyahatimde dostum Engin Yıldız “burada çok ilgini çekecek, müzisyen bir çift var” deyince ne yalan söyleyeyim, gezip tozmak varken röportaj yapma konusunda çok da istekli davranmadım. Ama Engin durup dururken söz etmez birilerinden… Merak da etmedim değil. Gözlerimdeki anlık merak pırıltısını farkeden Engin “bak sana ne dinleteceğim” diyerek “Kurtar Yarab” ı açtı… Bu şarkıyı dinleyip, Londra’dayken EbruliMuharrem ile görüşmeden dönmek? Eh artık olacak şey değildi… Londra’nın mütevazı bir semtinde aynı zamanda ev olarak kullandıkları stüdyolarının kapısını tıklattığımızda Muharrem açtı kapıyı. Ertesi gün için sözleştik. “İşte sabahtan gelin” dedi… “Saat 15:00 gibi falan…”

Sözleştiğimiz üzere “sabah saatlerinde”, saat 15:00’te buluştuk Ebru ve Muharrem’le. Küçük bir oturma alanı, stüdyo ve Ebru’nun çalışma odasından ibaret hayli mütevazı bir mekânda aşkla yoğrulmuş bir hayatın içine sızmaya çalıştık.

Muharrem ne kadar konuşkansa, Ebru o kadar suskun. Ebru ne kadar dışa dönükse, Muharrem o kadar içe dönük. Birbirlerini müziğin büyülü dünyasında eriyerek tamamlıyorlar. Sınırları belirgin bir dünya, menzili belirli bir yolculuk değil paylaştıkları.  Biraz karanlık ama neşeyi, umudu ve bilinmezlikleri barındıran girift bir yaşam formu. İçinde hayatı kabulleniş de var, dik başlı bir direniş de, yaşanılan anın şarabi tadı da, geleceğe dair kaygılar da, umutlu bir bekleyiş de var…

Arabesk Funk ya da Funky Arabesk diyorlar yaptıkları müziğe. Doğuyla Batıyı kesiştiren, iç içe geçirip yoğuran ve ortaya ne Doğu’lu ne Batı’lı ama hem Doğu’lu, hem Batı’lı ezgileri “fışkırtan” bereketli bir alan bu Funky Arabesk dedikleri… Muharrem Klasik Türk Musikisinden Klasik Batı müziğine uzanan çok geniş bir alanda at koşturuyor. Ebru ise sıradışı bir gırtlağa sahip. EbruliMuharrem, Ebru’nun eşsiz gırtlağını da enstrüman olarak kullanan farklı bir müziğin peşinde.

“Yaşayacak kadar” para kazanıp, sadece ve sadece müzik yapmak üzerine kurgulanmış bir hayatları var. Fazlasını ne umuyorlar ne de istiyorlar şimdilik. Gelecek?… Kim bilebilir ki?Biri Anadolu toprağında, diğeri Avrupa’da doğmuş, Londra’yı yurt bellemiş, uzaktan izledikleri Türkiye için dertlenen iki asi ve aşık insanın hayatlarına dalmaya hazır mısınız? Öyleyse buyurun: EbruliMuharrem!

Röportaj: Sinan Dirlik

Fotoğraflar: Sinan Dirlik- Engin Yıldız

Özel Teşekkür: Engin Yıldız

Sinan: Eh bir yerden başlayacağız elbet. Ebru, senden başlayalım. Kim bu Ebru?

EBRU: Adım Ebru. Nasıl anlatabilirim ki kendimi? Kendimi anlatmayı sevmiyorum.

Sinan: Ne kadardır Londra’dasın?

EBRU: Ben burada doğdum büyüdüm. Müzisyen bir ailenin çocuğuyum. Müzisyenim işte…

Sinan: Ailen nereden gelmiş?

EBRU: Babam Çankırılıdır. Annem ise Tiflisli…

Sinan: Onlar ne zaman gelmişler?

EBRU: 1968-69’da falan.

Sinan: Muharrem?

MUHARREM: Ben de 10 yaşında, 1988’de geldim. O zamandan beri Londra’dayım. Sadece geçen sene bir kez gittim Türkiye’ye.

Sinan: Nerelisin?

MUHARREM: Erzurum doğumluyum. Babam memur olduğu için Kütahya’ya kayıtlıyım. Ama öyle bir aidiyet duygum yok. Çocukluğum burada geçtiği için artık buralı hissediyorum kendimi.

Sinan: E tabii çocuk yaşta gelmişsin. Uyum sorunu yaşamamışsındır?

MUHARREM: Yaşanmaz mı? Yaşadım tabii ki. Farklı bir kültür, farklı bir yer, farklı inanışlar, farklı insanlar. Tabii iyi de oldu. Farklı kültürlerle tanışıyorsun sonuçta.

Sinan: Londra’ya geldiğin günlerden ilk hatırladığın şey ne?

MUHARREM: İlk hatırladığım şey annemin Türkiye’den demlik, çaydanlık getirmesi. Burada olmaz diye.

Sinan: 88’de Londra’daki Türkiyeli nüfusu ne kadardı?

MUHARREM: O yıllarda 150 bin kadar Türkiyeli vardı. Kıbrıslılar da vardı. Hemen herkes tekstil işinde çalışıyordu. Ben de ilk geldiğimde annemlere tekstilde yardım ediyordum. Overlok falan…

Sinan: Türkiyelilerin yoğun olduğu bir bölgedeydiniz yani. Ya siz Ebru?

EBRU: Biz Moller House’taydık. Genellikle Yahudi nüfusun yaşadığı bir bölgeydi. Sonra farklı semtlerde yaşadık.

Sinan: Geçen yıl Türkiye’ye gitmişsiniz. Sen daha önce gitmiş miydin Türkiye’ye Ebru?

EBRU: Sanırım bir 15 yıl kadar önce gitmiştim.

Sinan: Uzun zaman… Peki, 15-20 yıl gibi uzun aradan sonra gittiğinizde gördüğünüz Türkiye nasıldı?

MUHARREM: Bizim çalışmalarımızı duyunca Türkiye’deki müzik firmaları çağırmaya başladı. Bu yüzden gittik Türkiye’ye. Çok güzel… İnanılmaz…

EBRU: Çok hareketli bir ülke Türkiye…

Sinan: Bunca yıl sonra gittiğinizde kendinizi çok uzaklaşmış hissettiniz mi peki Türkiye’den?

MUHARREM: Hayır! Gidince her şeyi yeniden hatırladık. Aslında oraya ait olduğumuzu hissettik daha çok. Duygular kaynaşmaya başladı içimizde…

Sinan: Kendinizi Britanya’ya mı yoksa Türkiye’ye mi ait hissediyorsunuz daha çok?

EBRU: Ben kendimi buraya ait hissetmiyorum. Belki anneannemden ötürü, emin değilim. Türkiye bir biçimde bizim geçmişimiz, köklerimiz…

MUHARREM: Vatan sonuçta… Her ne kadar uzak yaşasak da Türkiye memleketim. Burada tarhanamız dolabımızdan eksik olmaz. Ama bir de yaşamın kendi gerçeği var. Hani nerede yaşarsan orası vatanın haline gelir ya… Ama Nazım Hikmet’in de dediği gibi biraz… Demiş ya hani Rusya’dayken, “ülkemin 1 metrekaresini yasak etseler, bütün dünya bana haram olur…”

Sinan: Sizde mültecilik gibi bir durum yok ama?

MUHARREM: Hayır. Öyle bir durum yok. Biz böyle ayıptır söylemesi 1990’la 2000’li yıllar arasında Ebru ile birlikte ailelerimizle çatışıp anlaşamayıp, anarşist bir yaşama geçtik. Biraz da bilinçsizceydi aslında, sonradan bilinçlendik. O dönem eğlence sektöründe çalışıyorduk. Son 7-8 yıldır bıraktık eğlence sektörünü. Kendi müziğimize verdik kendimizi. Böyle “hele bir para kazanalım zamanımızı da başka şeylere harcayalım” şeyi de kalktı. Ailelerimiz de yardımcı oldu. Stüdyo açtık. Zamanımızın 2 gününü başka insanlara çalışıp harçlık çıkarmak için ayırıp, diğer beş gününü de kendi müziğimizi yapmak için geçiriyoruz.

Sinan: Kendi tarzınızın dışındaki müzikleri de yapıyorsunuz yani?

MUHARREM: Tabii, burada diğer İngiliz gruplarını da kaydediyoruz. Türk mahalli sanatçıları da var. Kürt, İranlı, Iraklı bir çok kesim var. Stüdyoya geliyorlar. İngiliz rock grupları var. Onları kaydediyoruz.

Sinan: Hayatınız tamamen müzik odaklı?

MUHARREM: Burada (stüdyoda) yaşıyoruz. Ben şurada yatıyorum. Ebru şurada. Bazen ikimiz de burada.

Sinan: Ne kadardır evlisiniz?

MUHARREM: Bayağı oldu. Saymadık.

EBRU: (Gülerek) Tarihle aramız iyi değil. Ama bayağı uzun süre oldu.

Sinan: Çocuk?

EBRU: 5 yaşında bir oğlumuz var.

Sinan: Onun müzikle arası nasıl?

MUHARREM: O da aslında 3-4 yaşına kadar kabloların arasında emekleyerek büyüdü. Ama bizim müziği takmıyor. Michael Jackson hayranı.

EBRU: Okula Michael Jackson kıyafetiyle gitmeyi seviyor.

Sinan: Marjinallik genetik demek ki?

MUHARREM: Ben ne yaşantımızı ne de müziğimizi marjinal olarak görmüyorum. Bu şekilde yaşıyoruz biz ve müzik olarak da ortaya bu çıkıyor. İllâ değişiklik olsun diye değil yani.

EBRU: (Muharrem’e dönerek) Marjinallik ne demek ki hem?

MUHARREM: (Gülüyor) Olağandan farklı demek…

Sinan: Marjinal değil misiniz yani?

EBRU: Biz biziz yahu?

“Sentez müziği yapmıyoruz. Bir şeyleri birleştirmeye çalışmıyoruz. Çünkü burada zaten herkes, bütün kültürler içiçe…”

Sinan: Peki yaptığınız müziğe ne diyorsunuz?

MUHARREM:  Funk Arabesk diyoruz ama belki de tam olarak bu da değil. Müzikte ön plana çıkarmak istediğimiz Ebrunun sesi ve yorumu. Çünkü Ebru’nun tekniği farklı kültürlerin tekniklerinin bir karışımından oluşuyor. Zaten çocukluğunu Almanya’da geçirmiş. Kilise müziği bile yapmış. Her tarz müziği yapmış yani. Babasının burada gazinosu vardı mesela… Masaların altında büyümüş. (Ebru’ya dönerek) Sen anlatsana?

EBRU: Müzisyen bir ailenin çocuğuyum dedim ya dolayısıyla babam, annem, onların sanatçı arkadaşlarının arasında büyüdüm. Babam bağlama, annem vokal. Uzun bir süre çeşitli gazinolarda çalıştıktan sonra kendi yerlerini işletmeye başladılar. Almanya’da göçebe gibi oradan oraya dolaştık.

Sinan: Ne tarz müzik yapıyordu sizinkiler?

EBRU: Her tür… Fantezi, Türk Halk Müziği, Musiki, Arabesk…

Sinan: Müzik eğitimleri var mıydı?

EBRU: Yok. Kendileri geliştirmiş.

MUHARREM: Babası Mehmet Gerçek… Övünmeyi sevmiyor ama Türkiye’deki önemli saz bağlama üstatlarından biri. Klasik Türk Sanat Müziği orkestrasına bağlamayı ilk getiren kişi, Bülent Ersoy’un arkasında… Neşet Ertaş ve Arif Sağ ile iyi arkadaşlarmış.

Sinan: Neşet Ertaş’ı hatırlar mısın peki sen babanla arkadaşlığı nedeniyle?

EBRU: Ben hatırlıyorum tabii ama hayal meyal. Babam biraz mutaassıp olduğu için o düzenin bir parçası olmak istemedi. Popüler olmaya çalışmadı. Ekmek davasında idi. Bağlama çalmayı çok seven, sessiz tabiatlı bir insandır. Benim gibi.

Sinan: (Gülerek) Eh yok, senin pek sessiz olduğun söylenemez. Maaşallah bir gırtlak var ki? Nereden besleniyorsunuz müzikte? En çok ne tarz müzik dinliyorsunuz? Kimleri dinliyorsunuz?

MUHARREM: Doğrusunu istersen ben müzik dinlemiyorum. Müzik yapmaktan müzik dinlemeye vakit kalmıyor. Başkalarının yaptığı işleri merak etmek, dinlemek, gidip izlemek gerek tabii ama…

Sinan: Evet, bazıları tercih etmez. Başkalarının şiirlerini okumayan şairler var mesela…

EBRU: Ben güzel olan her şeyi, hoşuma giden her şeyi dinlerim. Çok kozmopolit bir kültürde yaşıyoruz, dünyanın tüm müzikleri burada.

MUHARREM: Anadolu farklı ama…

Sinan: Dinlediklerinden seni etkileyen bir şeyler oluyor mu? Çünkü enteresan bir çeşitlilik de var sizin müziğinizde? Profesyonel kritiğini yapamam elbette ama dinlediğim örneklerden yola çıkarak söyleyebiliyorum; doğulu bir yanı da var, batılı bir yanı da var sizin müziğinizin. Nasıl oluyor bu? Bu tarz bir müzik nereden çıktı?

EBRU: Vallahi bilmiyorum? Birden bire çıkıveriyor. Yani şuradan geliyor, buradan geliyor diyemeyeceğim.

MUHARREM: Ebru’nun okuma tekniğinin üzerine benim müziğim çok güzel oturdu. Ortaya çıkan müzikte değişik kültürlerin izleri var, doğru. Ama bu bir sentez müziği değil. Mesela Ekşi Sözlük’te “Klasik müzik, Arap müziği, Halk müziği, Batı müziği, Caz ve Hint müziğini iyi bilen müzisyenlerin ortaya çıkardığı, bir sentez müziği, ortaya karışık müzik” gibi bir takım yorumlar yapılmış bizim hakkımızda. Değil işte… Birleştirmeye çalışmıyoruz biz bir şeyleri… İnsanları etkilemek için biraz ondan biraz bundan bir müzik anlayışımız yok. Çünkü zaten herkes iç içe… Artık İngiliz, Amerikalı, Hintli iç içe… Müzik de bu şekilde çıkıyor artık. Belki Türkiye’de yaşıyor olsaydık başka türlü bir müzik çıkardı. Batı müziği ile Doğu müziğini iyi bilerek bir biçimde karıştırıyoruz belki de… Ama bu plansız, doğal olarak ortaya çıkan bir şey…

EBRU: Bunu bilinçli bir şekilde yapmıyoruz yani. Şimdi biraz batı soundu katayım, şurada azıcık doğulu bir şeyler katayım diye olmuyor bu… Kendiliğinden bu şekilde çıkıyor…

Sinan: Yemek tarifi gibi değil yani? Bir tutam doğu, bir tutam batı?

MUHARREM: İllâki bir takım iddialar ortaya atacaksak hemen söyleyeyim; doğu müziği melodik açıdan mesela batı müziğinden daha çok gelişmiştir. Doğu müziğinde 900’e yakın melodi kalıbı vardır. Avrupalılar ise 3-4 makamdan oluşturuyor müziklerini. Garip ama gerçek…

Sinan: Şaşırdım? Bizde Batı müziği çok sesli ve çok zengin olarak kabul edilir ve daha muteber görülür hâlbuki?

MUHARREM: 2 tane müzik türü var. Bir tanesi melodik bakış anlayışı… En güzel melodi hangisidir? Tabii ki Doğuluların çıkardıkları melodiler… Duygu yoğunluğu, acı haykırışlar, her şey o tarafta var. Matematik ve armoni ise Batı müziğinde… Biz matematiği de duyguyu da seviyoruz… Belki birleştiriyoruz? Bizden bu çıkıyor sonuçta. Ben Klasik Batı Müziği okudum. Eğlence sektöründe çalıştım. Pavyondan müzikale, şehir tiyatrolarından yüksek bütçeli oyunlara kadar her türlü işi yaptık. Bütün bu birikim üzerinden konuşuyorum yani…

“Beğenilmek tabii ki herkesin hoşuna gider. Ama bunu alıp da bir para ürününe dönüştürmek? Çok çiğ değil mi?”

Sinan: Kimler dinliyor sizi?

MUHARREM: (Gülerek) Vallahi 7-8 arkadaşımız var, onlar dinliyor. Bir yerde çıkmadığımız, konser vermediğimiz için onlar yetiyor. Biz zaten müziği daha yaparken zevk alıyoruz. Bu yetiyor. O yüzden de “40 yaşına geldiniz, ünlü olamadınız” diye annelerimiz kızıyor bize. (Gülüyorlar)

Sinan: Kendi müziğiniz icra ettiğiniz bir yerlere gidiyor musunuz?

MUHARREM:  E İşte burası? Burada gırnata çalıyoruz,  arkadaşlar da buraya geliyorlar.

Sinan: Sizi dinlemek isteyen birinin gidebileceği bir yer yok mu?

MUHARREM: Hayır, profesyonel olarak çıkalım, eğlence sektörüne girip insanları eğlendirelim gibi bir servis vermeyi düşünmedik.

EBRU: Biz çoktan bıraktık eğlence sektörünü…

MUHARREM: Bursa’dan teklif geldi. Ayıptır söylemesi, hiç almadığımız bir para teklif ediyorlar bize. Bu internetteki son videolardan dolayı; mesela işte yılbaşında sahneye çıkın, insanları oynatın, dans ettirin, şu kadar da paranızı alın diye… İyi de bizim insanları dans ettirmek gibi bir amacımız yok ki? Eğer bir yerlerde çalacaksak, kafamda şöyle bir şey var mesela; insanlar müziğimizi dinlemek için gelip, bir konser salonunda otursunlar, full konsantre bizi dinlesinler. Çünkü söylemek istediğimiz, duyurmak istediğimiz, müzikle alâkalı olarak hissettirip göstermek istediğimiz şeyler var. Bu yüzden dinleyici kitlesi açısından işimiz zor. Türkiye’nin hemen hemen en iyi müzisyenleri bizimle bağlantı kuruyor. Birlikte çalışmalar yapıyoruz. Mesela Hüsnü Şenlendirici ile, İsmail Tunçbilek ile, Fırat Tanış ile… Olumlu işler yaptık birlikte. İnternet üzerinden yayınladığımız ortak çalışmalar var. Güzel izleyici sayısına ulaşıyoruz internet üzerinden.

Sinan: Peki birlikte bir konser verme fikri?

MUHARREM: Var… Albümümüzün çıkmasını bekliyoruz. Albümü çıkaralım ondan sonra bu tür şeyler yapalım istedik. Albüm çıkana kadar da 2 albümlük bir malzemeyi koyduk kenara. İnternette de cover çalışmalarımızla, kendi bestelerimizle dinleyiciye ulaşıyoruz. Mutfağımızı paylaşıyoruz bir anlamda internet üzerinden…

Sinan: Albüm ne zaman çıkacak?

MUHARREM: Albüm bitti sayılır. Son teknik düzenlemeleri de bitiyor. Ondan sonrası artık satıcıların işi… Ne zaman çıkacağı, nasıl olacağı falan…

Sinan: Türkiye’de mi çıkacak yoksa burada mı?

MUHARREM: Biz kendimiz satmayı düşünüyoruz eğer kimseyle anlaşamazsak.

Sinan: Tabii artık internet sayesinde geniş bir dinleyici kitlesine ulaşmanız kolaylaştı. Aldığınız tepkiler nasıl internet dinleyicisinden?

MUHARREM: Çok güzel! Böyle oturuyoruz akşamları Ebru’yla, en çok da twitter’daki mesajlara bakıyoruz. Bayağı zaman alıyor. Motive oluyoruz, çok hoş oluyor.

Sinan: Beğenilmek hoş bir şey tabii… “Popülarite kaygımız yok” dense de galiba bir yandan da hoşa gidiyor beğenilmek, takdir edilmek ve tanınmak? Sanatçının şizofren yanı mıdır bu? Hem beğenilmek istiyor ama bir yandan da popüler olmak istemediğini söylüyor? Sizde bu denge nasıl?

EBRU: Beğenilmek tabii ki herkesin hoşuna gider. Ama bunu alıp da bir para ürününe dönüştürmek? Çok çiğ bir şey değil mi yani?

Sinan: Bilmiyorum? Bunun yanıtı sizde? Sonuçta sizin işiniz bu?

EBRU: Para evet… Yani işin bir geliri olursa eyvallah ama… Müzikle uğraşmamızda ilk sebep o değil.

Sinan: İyi de işinizi geliştirebilmek için paraya ihtiyacınız yok mu? Örneğin daha iyi bir stüdyoda çalışmak?

MUHARREM: Aslında ben eski günleri özlüyorum. Punk hayatı yaşadığımız günleri…  Ne yapıyorduk mesela? “Boş ver ya” diyorduk. “Ne yemeği! Portakal suyuyla da doyarım” diyerek müzik yapıyorduk. Aşk başkaydı o zamanlar.

EBRU: Öyle bir şarkımız da vardı aslında… “Umurumda değil”.

MUHARREM: Ama şimdi internette müziğimiz yayıldıkça “büyüksünüz, hadi Türkiye’ye gelin, albüm yapın” falan tarzı yaklaşımlar gelince biz de “acaba?” demeye başladık. Artık çocuğumuz da var… Acaba daha iyi bir hayat yaşatabilir miyiz ona? Güzel bir okulu neden olmasın?

Sinan: Harika! Beni yormadan tam da istediğim noktaya kendiniz getirdiniz sohbeti. Ben de oraya gelmek istiyordum… Eski günlerdeki gibi değilsiniz artık. Büyütmeniz gereken bir çocuğunuz var?

EBRU: Evet ama bu konuda netim. Önceliğimiz para kazanmak değil. Stüdyomuz var, gördüğün gibi rahatız, geçimimizi sağlıyoruz..

MUHARREM: Para kazansaydık, çok zengin olsaydık falan zaten tam da böyle bir hayat yaşayacaktık yani.

EBRU: Bir değişiklik olmayacağını zannediyorum para da kazansak. Gerçi ben değişmesinden de çok korkuyorum.

Sinan: Para bozuyor mu?

EBRU: Bazı insanları bozuyor… Ama beni? Çok zor!

MUHARREM: (Gülüyor) Para bozuyor mu? Benim cebimde para olduğu zaman yürüyüşüm bile değişiyor yahu! Bozuluyorum hemen! Dünya benimmiş gibi hissediyorum yani. (Kahkahalar)

Sinan: Ne yapıyorsun yani cebinde para olunca?

MUHARREM: Ne olacak, hemen bitiriveriyoruz! (Kahkahalar) Eğlence sektöründe çalıştığımız dönemler mesela… Elimize azıcık para geçtiğinde çalışmıyorduk. Punk yaşıyorduk. Geziyorduk, tozuyorduk, üretmeye, eğlenmeye, öğrenmeye çalışıyorduk. Türkiye’deki bütün mizah dergilerine aboneyiz. Hepsini alamıyoruz mesela son bir senedir. Onu da bıraktık. Albüm için Ebru’yla paraya ihtiyacımız olduğunda 2-3 hafta gidip bir yerlerde takılıyorduk çalışıyorduk mesela. Dijital kamera çekimleri yaptık. Bu ülkenin en güzel yanı, çalışan emeğinin karşılığını alıyor. Bir de biz şanslıydık aslında. Türkiye’deki bir çok gencin ulaşamadığı bir şeye ulaştık. Ailelerimiz yardımcı oldu. Bu açıdan kolay oldu bizim için aslında. Ebru’nun babası yardımcı oldu. Benim annem yardımcı oldu. Onların yardımıyla bu stüdyoyu kurmakta çok zorlanmadık. Sadece müziğimizle uğraşabilme fırsatımız oldu.  

“Türkiye’deki kutuplaşma korkunç. Herkes birbirinden nefret eder hale gelmiş. Ürktük… “

Sinan: Öğrenmeye başladık diyorsunuz ya ne zaman öğrenmeye başladınız birlikte?

MUHARREM: Ebru kitap delisi zaten… Çok okuyor. Ben mizah severim.

Sinan: Ne okuyorsun daha çok?

EBRU: Son zamanlarda ağırlıklı olarak Psikoloji…  Nevzat’ın (Ebru ve Muharrem’in oğulları) yaşıyla alakalı şeyler biraz. Ünlülerle ünsüzleri nasıl masallaştırarak ona anlatabilirim derdindeyim. Resimli tabii…

MUHARREM: Biz 2000 yılında bir mizah dergisi çıkardık 40 sayfalık. Ben yazmıştım. Ebru da çizmişti. Dergiyi dağıtırken bizi dövüyorlardı. Adı “musikiyle yaşayan”.

EBRU: Karikatürist abi ve ablalarımız vardı. Onlarla yaşadıklarımızı çizdik yani. Mizah yönü çok yoğundur Muharrem’in.

Sinan: Punk nedir peki?

MUHARREM: Punk bir yaşam şekli… O dönem bizim için biraz da özentiydi aslında. Aileyi takmamak, özgür olmak, askere gitmemek, sistemle iş birliği yapmamak… Burada solcu bir kesimin arasında büyüdük. Çocukluğumuz öyle geçti. Nafiz Bostancı’yı tanır mısınız? TKP liderlerindendi. Babam devlet memuru olduğu için biz buraya yeşil pasaportlarla gelmiştik. Ama benim burada kalış sürem bitmişti. Nafiz Bostancı da beni manevi oğlu olarak gösterdi. Ben de Halk Evi’ne gidip ücretsiz tercümanlık falan yapmaya başladım. Buraya gelen mültecilere işsizlik parası alabilmeleri için falan yardımcı oluyordum. 1-2 yıl kadar devam etti. O arada da bir sürü sol çevrem oldu. Onların okuduğu kitapları, bakış açılarını tanımaya başladım. Babam Ülkücüydü mesela… Sonradan biraz daha namazında niyazında bir adam oldu. Ben Britanya’ya gelmeden önce 1 sene kadar Gülen Cemaatinin yurtlarında da kaldım. Sonra buraya geldim ve bütün o solcu kültür, İngilizler, punk karışınca “punk arabesk” diye bir şey çıktı ortaya.

Sinan: Fakat Punk döneminden biraz çocukluk dönemi gibi bahsettin?

MUHARREM: Eh biraz öyle… 20’li yaşlarımdaydı… 20-30 arası…

Sinan: Şimdiyse geçmişe karşı daha eleştirel bakıyorsun anlaşılan?

MUHARREM: Eleştirel bakmıyorum aslında. O zamanki enerjimi özlüyorum belki… Ama o kadar da deli değilim. Çok da gerek yokmuş yani. En önemli şey diyalogmuş mesela… Bak ben buraya gelmeden önce yaşadığım bir şeyi anlatayım. 12-13 yaşlarındayken falan anacığım, Atatürkçü Kenan Evren’i destekliyor. Dedem ise bildiğin şeriatçı! “Şeriatı getireceğiz, hepiniz kapanacaksınız, sizi mahvedeceğiz” diye dalga geçiyor anneannemle… Dayımlar Ülkücü. Babam yavaş yavaş kendisini böyle bir tarikat atmosferinde buluyor. Arkadaşlarımsa; kimisi geliyor halktan, devrimden bahsediyor.  Bu kadar birbirinden farklı insanlardan oluşan bir ortam vardı ve biliyor musun, hepimiz bir masanın etrafında toplaşıp yemek yiyebilir, eğlenebilir, sohbet edebilirdik… Şimdiyse inanılmaz bir kutuplaşma var. Herkes birbirinden nefret ediyor. Allah’a inanan inanmayandan, inanmayan inanandan, sosyalist dinciden, dinci sosyalistten nefret ediyor. Acayip bir kutuplaşma oluşmuş. Türkiye’ye gittiğimde en çok dikkatimi çeken bu oldu. Korkunç! Ben çok korktum doğrusu! İnsanlar nasıl ayrılmışlar birbirlerinden?

EBRU: Gelir dağılımı da çok kötü. Türkiye’ye gittiğimizde ana yolda gidiyorduk. Sol tarafta gecekondular serpiştirilmiş. Diğer tarafa bakıyorsun lüks lüks evler. Onlar nasıl mesela birbirlerine bakarak rahatça yaşayabiliyorlar ki?

Sinan: Evet, kutuplaşma önemli bir Türkiye gerçeği haline geldi. Gelir dağılımındaki adaletsizlik zaten eski bir mesele… Burada benzer şeyler var mı peki? Londra sokaklarında dolaşırken Türkler, Kürtler, Araplar, Hintliler, 72 millet her yerde… Aralarında bir kutuplaşma var mı? Herkes birbirine değmeden mi yaşıyor yoksa karışarak mı?  

EBRU: Birlikte yaşıyorlar. Aslında politikacılar insanları kutuplaştırıyor.

MUHARREM: Demokrasi ve hukuk açısından burası en gelişmiş ülke. Mesela siz biliyor muydunuz burada şeriat mahkemelerinin olduğunu? Allah korusun, ben Ebru’dan boşanmak istesem ve gidip “ben şer-i hükümlere göre boşanmak istiyorum” desem bizi şeriat mahkemesine çıkarıyorlar. Ama bakın Türkiye’de “şeriat gelecek” korkusu var. İnsanlar birbirlerine çok paranoyakça yaklaşıyorlar. Belki de haklı gerekçeleri var, sonuçta çok da içinde değilim. Türkiye’den çok uzaktayız ama biraz da dışarıdan bakabilme fırsatımız oluyor Britanya’dayken. Üzülüyorum Türkiye’deki kutuplaşmayı gördükçe.

Sinan: Etkilendiğinizi de düşünüyorum. Müziğinizdeki çok kültürlü esintiler aslında buradaki hayatınızın bir yansıması sanırım. Sonuçta insan yaşadığı gibi düşünüyor. Sizin müziğiniz de içinde bulunduğunuz iklimden besleniyor. Türkiye’de bu müziği bu haliyle yapabilir misiniz mesela?  

MUHARREM: Biraz birleştirici bir unsuru da olsun diyorum yaptığımız müziğin. Bilmiyorum, dediğim gibi oradaki yaşantımız, orada gördüklerimiz, oradaki donanım ve edindiklerimizle başka bir şey çıkardık.

Sinan:  Bir tür uzlaşma müziği mi yapıyorsunuz yani?

MUHARREM: Olabilir neden olmasın? Aslında Anadolu müziği… Anadolu müziğindeki seyri, derinliği biraz önce bahsettiğim üstünlüğü batılılara gösterebilme çabası da diyebiliriz belki. Böyle bir şey de var içimizde. İçten içe böyle bir hırsımız, böyle bir savaşma duygumuz da var.

Sinan: Buradaki çok kültürlü demokrasiden övgüyle bahsediyorsun. Türkiye’de ise kutuplaşma var. Burada kimse kimseye karışmıyor, Türkiye’de ise tahammül sorunu var.  Uzlaşmanın müziği ile Anadolu müziği ne kadar örtüşüyor bu durumda?

MUHARREM: Ama burada ırkçılık daha fazla mesela? Türkiye’de bir siyaha nefretle bakılmıyor.

Sinan: Siyahlarımız yokken öyleydi ama artık siyahlarımız var. Üstelik bizim Türkiye’de başka siyahlarımız da var…  Sadece ten rengi değil mesele yani…

MUHARREM: Bilemiyorum. Sonuçta 25 senedir burada yaşıyorum. Haberlerden görüyorum ve ürküyorum. Ben sana sorayım mesela? Haberler ne kadar yansıtıyor Türkiye’yi? Şehir ülkesi mi, daha çok köy mü? Köylüler mi var daha çok, yoksa şehirliler mi?

Sinan: (Gülerek)  Türkiye’de hepsi var. Türkiye’de şehrin içerisinde köyü yaşıyoruz. Köyün içerisinde şehri yaşıyoruz. Buradan ne görüyorsan o aslında.

MUHARREM: Doğru yani? Haberlerde gördüklerimiz doğru demek! Eyvah!

Sinan: Hepsi var. Olmayan bir şey yok Türkiye’de. Burada seni besleyen ve anladığım kadarıyla hoşnut da olduğun çeşitlilikler içerisinde bir arada yaşamayı Türkiye’de becerebilecek miydin? Müziğini yansıtarak becerebilir miydin sorusu beni ilgilendiriyor şu anda.

MUHARREM: Türkiye’de daha çok ekmek davasına düşerdim bence. Para kazanma derdi ağır basardı. Burada şanslıyız. Biraz daha idealistçe yaşama şansına sahibiz ekonomik açıdan.

Sinan: Devlet katkılarından dolayı mı yoksa ailelerin desteğinden mi kaynaklanıyor bu şans?

MUHARREM: Devlet yardımı almıyoruz. Kendimiz çalışıyoruz. 7 yıldır falan stüdyomuz var. Stüdyomuz para kazanmak istediğimizde para kazanma, çalışmak istediğimizde çalışma imkânını veriyor. Oturup müşteri beklemiyoruz yani.  Müşteri olmadığında kendi çalışmalarımıza devam ediyoruz.

Sinan: Peki bu 25 yılı Türkiye’de geçirseydin yine müzisyen olur muydun?

MUHARREM: Ben zaten Türkiye’deyken konservatuar okudum. 3. Sınıfta bıraktım.

Sinan: Okullu sayılırsın yani? Kerpetenle mi alacağız bunları senin ağzından Muharrem?

MUHARREM: Türkiye’de kalsaydım yine müzik yapardım sanıyorum. Orada Klasik Türk Sanat Musikisi, burada Klasik Batı Müziği okudum.

Sinan: Müzik eğitimine burada da devam ettin demek?

MUHARREM: Ettim ama eğitimle ölçülecek bir şey değil müzik bence. Bir diplomadan çok daha fazlasını buradaki cahil dedikleri adamdan öğrenebiliyorum. Çocuk koromuz vardı 10 yıl kadar önce. 40 kişilik bir çocuk korosu. Kendi bestelerimizden oluşan bir repertuvarımız vardı. Sonra Umut Uğur vardı. Burada “476 Oyuncuları” diye tiyatrosu vardı. Çok güzel çocuk oyunları yazıyordu. 20’ye yakın oyun yazıp yönetti. Bizi de kattı işin içine. Tiyatro müzikleri yaptık.

Sinan: Niye 476?

MUHARREM: (Gülerek) Kapı numarasıydı.

Sinan: İlk ne yazdınız?

MUHARREM: İlk yazdığımız şarkılar “bitkiler dünyası” diye bir oyun içindi. Meyveler, sebzeler canlandırılıyordu. Soğanın şarkısı, Patlıcanın şarkısı vardı mesela…  

“biz müzik yapıyoruz. bir şey söylemek zorunda değiliz. iyi sözler duymak isteyen gitsin şiir okusun. müzik sadece müziktir… “

Sinan: Albümden söz edelim biraz.

MUHARREM: “Funky Arabesk- EbruliMuharrem” olacak adı. Anlatması zor, kelimelere dökmeye çalışınca nasıl anlatsam bilemiyorum.

Sinan: Lokomotif şarkılar ne olacak?

MUHARREM: lokomotif şarkılar şurada yazıyor (Duvardaki aynanın üzerine yapıştırılmış bir sürü post-it var) Bunlar şarkıların isimleri. Bizce hepsi sürükleyici… Hepsinin hikâyesi var. Hepsi çocuğumuz gibi.

Sinan: Enteresan isimler. “Döndak”, “Bar Kızı”, “Emanet”, “Yeni Bir Şey”, “Nutuk”… Nutuk mu? Nasıl bir şarkı bu?

MUHARREM: Nutuk benim bir eserim. İlişkilerden bahsediyor. Hem karı-koca ilişkisinden, hem de bu sırada dinleyiciyle çaktırmadan kurulan bir ilişki aslında. Şarkıda mesela “Sana nutuk çekmeye meraklı değilim/ şerefsiz diyecek kadar şerefli değilim/ bensiz geçirdiğin zamanlara meraklı değilim/ sevgilinim senin gardiyan değilim” diyoruz. O tarz ilişkilerden bahsediyor.

Sinan: ilişkilerde özgürleşmeyi savunan, mülkiyetçiliği sevmeyen bir bildirisi var yani?

MUHARREM: hemen kavramlaştırdın yahu?

Sinan: Yok mu yani bir bildirisi bu şarkının? Sonuç itibari ile sözcüklerle kendini ifade ediyorsun. Daha ilk dörtlükte hemen şu çıkıyor: “Ben özgür ilişkilerden yanayım”

MUHARREM: Valla öyle diyorsan öyledir?

EBRU: Sen öyle çıkardıysan?

Sinan: Siz ne çıkardınız peki?

MUHARREM: Biz şarkı söylüyoruz sadece.

Sinan: Niye gerildin anlamadım?

MUHARREM: Niye gerildim biliyor musun? Anlatayım bak, aslında müzik bence edebiyatın, dilin dışında bir şey. Biz güzel bir şeyler söylemek zorunda değiliz. Bir şey söylemek zorunda değiliz hatta… Müzikte tek hakim kulak. İyi sözler duymak isteyen gider şiir okur mesela. Müzik sadece müziktir.  

Sinan: Yok canım? O zaman enstrümantal müzik yapardın?

MUHARREM: Olabilir tabii. Neden olmasın? Senin  de mesela anlamını bilmediğin, ama ağzından dilinden düşmeyen birçok şarkı vardır. Herkesin vardır. O yüzden illaki bir şeyler söylemek, bir şeyler anlatmak, şarkının mesajı şudur demek istemiyorum.

Sinan: Kaçak güreşiyorsun şu an? Ebru’nun sesini enstrümantal olarak kullanıyorsan, o zaman Ebru çıkar “ha ha hi ho” derdi olur biterdi. Ama siz burada direkt bir mesaj veriyorsunuz. “Ben senin gardiyanın değilim” diyorsun. Daha ne olsun? Güçlü bir mesaj bu. Bana bir model sunuyorsun. Bir ilişki modeli. İlişkiye dair bir bildiri sunuyorsun. Bana bir felsefenin mesajını aktarıyorsun.

MUHARREM: Ama ben ne yaptığımı anlatıyorum sana?

Sinan: Tamam işte?

MUHARREM: Ben “bu böyle yapılmalı” demiyorum ki?

Sinan: Abi “ben senin gardiyanın değilim” diyorsun sevgiline şarkıda. Dünyaya nasıl baktığını, hayat felsefeni anlatıyorsun bana. Zaten müzik de bu değil mi? Bana bir şey anlatmak derdin olmasa niye şarkı yazasın? Bu seni neden geriyor?

MUHARREM: Germiyor da, mesaj kaygısı taşımak istemiyorum. Belki de laf arasında veriyorumdur?  Yani olabilir? Akıyor geçiyor.

Sinan: Benim mesaj vermek gibi bir endişem yok diyebilirsin. Ama mesaj verdiğin şarkıda da mesaj veriyorum de yahu?

MUHARREM: Yok hayır, abi öyle bir rol model olayım, örnek olayım insanlara diye bir derdim yok.

Sinan: (Gülerek) Ama bak bir oğlun var ve sana bakıyor?

MUHARREM: Bir sürü kötü huyu var o yüzden (Gülüyor)

Sinan: Ne gibi kötü huylar?

MUHARREM: Sevgisini çok haşince anlatıyor çocuk. Arkadaşlarını yaralıyor bazen. Bizi okula çağırıyorlar bu yüzden. Henüz küçük olduğu için ve ona bir şey yapamadıkları için biz gidip hesap veriyoruz Ebru’yla.

EBRU: Bir de her şeyin aksini yapıyor. Şunu yapma diyorsun yapıyor. Çok basit yani, inatçı  Yaptığı şeyi hemen bozup tekrar onlardan yeni bir materyal üretme gibi falan bir şeyleri var.

Sinan: Peki siz ayar veriyor musunuz ona? Arkadaşlarınla şöyle geçinmelisin, şöyle davranmalısın diye?

MUHARREM: Eh oluyor tabii.

Sinan: Vay vay vay! Eski punkçılar çocuğu formatlıyorlar şimdi!

MUHARREM: (Kahkahalar) Bel altı vuruyorsun!

Sinan:  Çocuğum kitaplarını yırtma, çocuğum arkadaşına tekme atma diyor musun?

EBRU: (Gülüyor) Diyoruz. Oynamak istiyorsan, arkadaşına dokunmak istiyorsan öyle sert bir şekilde davranma diyoruz. Sınırlarını bil, kimseye zarar verme diyoruz.

Sinan: Vaktiyle birileri bunları size söylediğinde ne yapardınız?

MUHARREM: Türkiye’deyken mi?

Sinan: Hani şu punk döneminizden söz ediyorum. Birileri size “ya niye yapıyorsun şunu?” “niye kamu malına zarar veriyorsun?” falan dediğinde ne yapıyordunuz?

MUHARREM: Bununla ilgili benim çok komik bir anım var. Bir adam geldi, bu askerlik olaylarıyla ilgili. Askerlik olaylarını hallediyormuş, benim artık gitmem lazım. Asker kaçağıyım. Jandarmadan mektuplar geliyor falan, “vatandaşlıktan atılacaksın” diye. Adam gelmiş yardım etmeye çalışıyor. Para kazanma amacı da yok tamam mı? Form dolduruyor. Doğum tarihimi soruyor mesela. Ben adama “ben düzenle işbirliği yapmam, askere falan gitmem” diyorum. Ne gereksiz davranışlarmış!

Sinan: Ooo! Şimdi “ne gereksiz davranışlarmış” ha? Baba olunca mı böyle oldu?

MUHARREM: Hala zorunlu askerliğe karşıyım. Zorunlu askerlik olmasın. Silahlarla oynamak isteyen gitsin oynasın. Gencecik, daha politik görüşü olmayan insanları götürüp savaşın ortasına atmasınlar. Ayıptır ya, harbiden çok üzülüyorum.

Sinan: Nasıl bakıyorsun Türkiye’de Kürtlerle kürtlerin arasındaki bitmek bilmeyen savaşa?

MUHARREM: Dünyada en uzun süren isyan Kürt isyanı değil mi? Yani bitsin inşallah. Bitsin isterim.

Sinan: Takip ediyor musun peki?

MUHARREM: Bizim burada arkadaşlarımızın %90’ı kürt kökenli. Bazıları ben Kürdüm diyor, Bazıları ben Kürt kökenliyim diyor. Bazıları da ben Türk’üm ama özüm Kürt’tür diyor. Bazıları da kendini gizliyor. Özellikle hareketlenme olduğunda. Ama muhabbeti açıldığında yavaş yavaş açılıyor. Biz Ebru ile hep Kürtlerle iç içe olduk. Kürt düğünlerine çokg gittik. Aşağı yukarı 1000’e yakın Kürdü evlendirmişizdir. Sünnet düğünleri yapmışızdır. Kürtçe şarkıları biliriz.

EBRU: Parçalar geçmişiz

MUHARREM: Onların şarkılarını, türkülerini biliriz. Ciwan Haco ile çalıştım bir konserde mesela.

Sinan: Hiç Kürtçe şarkı yapıp yayınlamayı düşündünüz mü?

MUHARREM: Yaptık zaten. Bir şarkımızın son bölümü Kürtçe.

Sinan: Peki umutlu musun barışa dair?

MUHARREM: Umutluyum. İnşallah da biter. Politikaya inanmıyorum ben. Kirli bir oyun bu. İsteselerdi şimdiye kadar çoktan bitirirlerdi. Birilerinin işine yarıyor bu savaşın devam etmesi. Klasik oldu bu laflar artık. Çocuklar bile biliyor birilerinin bu savaşın devam etmesini istediğini.